Sahir’e Karşı – Ömer Seyfettin Hikayesi

4
0
(0)

Ömer Seyfettin’in şair Sahir’e karşı hissettikleri. Edebiyat ve aşkta bir rakip, bir üstat, bir hayal.

Bir defter-i metrûktan kopya edilmiştir Bazen muvaffak olamamış bir sanatkâr hicran ve ıstırabıyla mantıksız ve serseri bir tuğyan-ı hevesat içinde geçen mazimi düşünürüm. Bu nâ-tamam ve rabıtasız bir romandır, bir uçurumdur ki â’mâk-ı meçhulü yekdiğeriyle asla münasebeti olmayan birçok zıtların gülünç ve acı hatıratıyla doludur. Orada sanayi-i nefiseye ait matemler, pervanelerin ölümü için mersiyeler, kırmızı balıkların mana-yı enzarı, sevilmeyen bir kadının öksürükleri için şiirler, gecelerin kahkahalarını, gölgelerin musafahalarını hâkî neşideler vardır.

Sonra bu uçurumun başında serseri bir aktör vardır ki –işte o benim– sahne-i hayatta ne varsa birer defa yapmış; avcılıkların envaını, kuşbazlıktan başlayarak – domuz, geyik avlarına kadar eğlencelerin hepsini; en sefillerinden tutunuz da tiyatro, rakı âlemlerine kadar merakların umumunu; fotoğrafçılıktan tutunuz da ressamlığa, oymacılığa, heykeltıraşlığa kadar, velospitten tutunuz da ata, sandala, jimnastiğe hatta pehlivanlığa kadar hepsini yapmış ve bu tenevvü-i meşagilden mütevellit teşevvüş-i efkâr ondan “sebat ve ciddiyet” gibi şeylerin hepsini nezederek yerine anlaşılmaz bir hercaîlik, sebepsiz bir bî-kararlık bırakmıştır.

O birkaç lisana çalışmış, riyaziyeden başlayarak edebiyata, tıbba, ilm-i kelâma, hikmete, kimyaya, felsefeye, fizyolojiye hatta hukuka kadar ne kadar ulûm ve fünun-ı müstakile ve gayr-i müstakile varsa hepsine birer defa girmiş, en aşağı hepsinde hayatının altı, yedi haftasını geçirmiş ve bu serseri yolculuktan, bu bî-ârâm seyahatten bütün tahassüsatına hâkim bir hakikati, “Her şeyi öğrenmek isteyen hiçbir şey öğrenemez” hakikatini istimzaç etmiştir ki dünyada onun kadar bu hakikati his ve tasdik etmiş adam olmadığını iddia eder.

Sonra bu aktörün aşkları… En sefil ve âdî aşklarla, en saf, en beyaz aşklar… Mesire dönüşlerinde ayrılık çeşmesinden geçerken “unutmabeni” çiçeği takdim eden uzun boylu, ince, âteşîn kadınlarla evvelâ çocuklarına ibzal-i muhabbet olunan meçhulü’t-tahassüs dullar… Aşkın daha ne demek olduğunu bilmeyen, sevk-i tabiî ile müteheyyiç olan kızlar. İşte bu karışık gölgeler, bu zılâl-ı hatırat-ı aşk arasında yalnız bir ianesini kendimle, asla takarrür edemeyen ruh-ı şahsiyetimle münasebettar farz ederim.

Çünkü, bu beni en ziyade mütehassis eden bir tesadüfün hatırasıyla münasebettardır. Diğerleri… Öbür aşklar… Onların hepsi yalancı bir roldü. Hissetmek için değil, bilmem ne için yapılmış, yalnız meşgul olmak için yapılmış şeylerdi. Kendimi âşık gösterdiğim bir kadının elini tutarken sevmekten en uzak şeyleri düşünür, o zavallının gözlerine gözlerimi diker ve kırpmazdım. Bazen sorardı: “Daldınız. Neden?” “Biliniz bakayım, oh, bunu hissedemezsiniz.”

Ve hakikaten hissedemezdi; en sürekli arzularımın, en ebedîleri altı haftalık mahdut bir ebediyet-i muhayyile içinde uful ettiklerini bildiğim için benden sonra bu eli tutacak âşığı, onun gözlerinin rengini, onun tavrını, onun sedasının ahengini tahayyül ederdim. Süratle terk ve tecdit edilen bu aşklar küçük hikâyelerle defterlerimi doldurur, bu kimseye ait olmayan şeyleri dostlarıma okur, yalnız elfazı için, ahengi için, haricî güzelliği için takdir ve temeddühat dinlerdim.

Fakat, işte bir çehre… O, akrabalarımdan küçük, ince, narin bir kız ki, yakın bir mazide, daha iki sene evvel bana “ağabey” diye hitap ederdi. Her yazı yazan gibi ben de yazdıklarımı birisine okumak ve dinletmek ihtiyacına mağlûbum. Boş ve arkadaşsız geçen uzun kış gecelerinin vüs’at-i tenhaîsinde yazdığım manzumeleri ona okumak âdetimdi. Yazım bitince haykırırdım: “Belkıs…” O, tehâlükle koşardı. Sonra narin kolunu benim masama dayayarak dinlerdi; daima –bilâ-istisna daima– takdir ederdi. Kendisinin mütalâa merakı benim ne kadar kitaplarım varsa onu okumağa mecbur etmişti.

Bazen refikalarına, dışarıda olan pederine, zâbit olan biraderine yazdığı mektupları bana okur, benden bir kelime-i tahsin beklerdi. Sonraları şiire heves etti, o kadar zeki idi ki, aruzu bir derste ona ihsas ettim. Nazm-ı eş’ara beraber devam ediyorduk: “Fe’ûlün fe’ûlün…” Bunu ne kadar sever ve “damlalar vezni” derdi. Bahr-i hafife “aheng-i elem”, bahr-i hezece “nağme-i sükûn”, bahr-i muzariye “vezn-i teessür”, o köhne bahr-i remel için “bostan dolabının gıcırtısı” der, hâsılı hepsine, bütün evzana birer isim verirdi.

Bu küçük şaire için fikrimden bir gün ansızın bir şey geçti; bu, benim zevcem olamaz mıydı? Belki bıkarım, bu arzudan vazgeçerim korkusuyla uzun uzadıya muhakemeye cesaret edemeyerek buna karar verdim. Hemen daha o gece onunla istikbal-i izdivacımızın saadetlerini terennüm eden tiyatromsu bir manzume, bir “rüya-yı hakikî” yazdım. Ertesi gün ona, manidar nazarlarımla müterâfık küçük ve hususî tafsilat ile okudum. Anladı, anlamamış göründü. Filhakika, ruhumda bu arzu bir muhabbet vüs’atiyle gittikçe büyüyordu.

Maneviyatımdan uzak, maddî saatlerimde bu yeni ve saf aşkımı tahlil ederdim: “İşte, ben” derdim, “bir hayalperver… O, benim şiirlerimi seven ve tahsin eden küçük bir müdâhin ki bende gayet tabiî bir his, bir hiss-i şükran ve minnetdarî uyandırıyor. Ben, bu hissi gayr-i ihtiyarî aşk zannediyor ve aldanıyorum.” Bir gece yine ona bir şiir okuyordum: “Gözlerinin Vaatleri”. Bitirdikten sonra, gözlerimi o davetkâr gözlere dikerek her vakitki takdir ve medihlere “Oh, bu o kadar güzel olmuş ki…” mukaddimesiyle mebzûlen dökülen yeminlere meydan vermeden “Lâkin, Belkıs” dedim, “anlamıyor musun, bu senin için.”

Kulağının dibinde bir top patlamış gibi şaşırmış ve gözlerini açmıştı. Onun bu hayret-i müfritesi karşısında mahcup olarak gayr-i ihtiyarî gözlerimi indirdim. Onu sevmekliğim o kadar gayr-i müterakkıp, o kadar gayr-i tabiî mi idi? “Lâtife söylüyorum” diye tamir etmek istedim, “lâtife Belkıs!.. Nasıl, güzel olmuş mu?” İlk defa olarak itiraz etti: “Hayır, azizim, bütün gözler için yazılan şeylerdeki bir şey, bir hâyîdelik bunda da hissolunuyor. Bir hâyîdelik ki, ben ondan bir küf kokusu duyar gibi oluyorum.” Ve devam etti: “Vakıa siz, ‘Mademki bir mevzu içindir, aynı mevzu üzerine yazılan şeylerle arasında mutlaka münasebet bulunur’ diyeceksiniz, fakat öyle değil…”

Müekkilât-ı esâtîre i’tilâ mahmûm Handelerden selâm-ı dûr-â-dûr Gönderen gözlerinde en mahmûr Seherlerin o derin reng-i müphemiyyeti var… “Oh, bunu okudunuz mu?” “Hayır.” “Hâlbuki ben sizin gazetelerinizde okumuştum, işte bu da maî gözler için yazılmış bir şiir, fakat şiir. Bütün bir yığın teşkil eden karalamaların hangisine benziyor?” Tıkanmıştım. Bu mülayim talebeme, kendime meftun tahayyül ettiğim bu küçük, güzel ve muti şakirdime ne cevap verecektim? Bu yaldızlanmış, yumuşak bir baruttu ki işte birden parlamıştı.

Mırıldadım: “Bu kimin?” “Sahir’in!” Bir tehâlük-i mihanikî ile önümüzde duran manzumeyi kaptım, parçaladım. Masamın üzerindeki yaprakları yeni, açılmamış ve okunmamış bir kitabı elime aldım, artık onu görmüyordum. Bu renkli fotoğrafın usûl-i ahzından bâhis bir kitaptı. Okuyor ve hiçbir şey anlamıyordum. Satırların arasında bütün heveskâr-ı edep gençlerin gıpta ettiği bir şairin, hurdebînî bir hizmetçisinin bastonunu sallayarak müstehzi ve vakur gezindiğini görüyordum. Sahir…

Gece pek rahatsız ve geç uyudum, hep Sahir’i düşünüyordum. Ezici bir kıskançlık içinde, o vakte kadar asla hissetmediğim duzahî bir kıskançlık içinde… Kadınlardan kelâl verecek derecede bahseden bu şairin yalnız imzasını tanırdım. Fakat, işte, bir kin, bir gazap onun için kalbimde canlanıyor, bu rakib-i gaibimden, bu meçhul ve tanımadığım vücuttan nefret ediyordum. Rüyamda en müntehap kabalıklarımla onu tahkir ettim.

Bu, tıpkı, fotografya kitabının satırları arasında bana görünen gençti. Siyah ve ince bıyıklı, siyah ve âteşîn gözlere malik yakışıklı bir delikanlı, bir avcı idi, ki mütemadiyen kadınları avlıyordu. Rüyamın mütemevvil seraplarında bütün elele vermiş bîpâyan kadınlardan müteşekkil bir iklîl-i zî-hayat ile ihata olunmuş ve müstağni, ilerliyordu. İşte benim küçük talebem de ona manyetizma olmuş, o kadın demetinin içine girmiş, o halenin bir zerre-i nuru olmuştu. Ben, onun ismi için mitolojik bir istiare icat edeceğim diye günlerle, haftalarla eski kitapları, Taberîleri, falanları… bütün o eski Belkıs’ın menakıb-ı muhayyelesini saklayan tozlanmış, vahşî ciltleri süzüyorken rakibim müsterih ve âsude, bir şiiriyle, bir mısraıyla işte bana galebe etmişti.

Meselâ… Evet, belki yalnız bununla: Benim kadınlığa ifrât-ı hürmetim vardır. Bir hafta geçmemişti ki her şeyi, talebemi, kıskançlığı, tanımadığım rakibimin beni müteezzi eden hatıratını unutmuştum. Beni mustarip edebilecek bir şeyi zorla unutabilmek, ondan nisyan ile intikam alabilmek hassasına malikiyetle iftihar ederim. Onun için, mazinin hiçbir elemi bende ciddî bir keder husule getirmemiştir. Yine gayesiz ve bir neticeye müntehî olmayan hayatıma, yalnız kilometrelerle yorgunluklar iktitaf ettiren tarz-ı hayatıma dönmüştüm.

Parlak, mesrur, tannâz bir gün. Hususî bir jimnastik müsabakasından bî-tap ve pür-taab avdet ediyorduk. Arkadaşım, sanayi-i fikriye ve hayaliye ile asla meşgul olmamış, müthiş bir idmancı idi. “Tramvaya binelim” dedi, “bugünkü yorgunluğumuz kâfi…” “Pekâlâ.” Tramvay pek tenha idi, ben Aksaray hattının, böyle geç vakit bu kadar tenha olduğunu hiç görmemiştim. Galiba hava güzel olduğu içindi. İki çocuk karşımızdaki pencerenin demir ve ince parmaklıklarına tutunmuş dışarı bakıyorlar ve ihtiyar bir uşak onlara nezaret ediyordu.

Bir de köşede, kadınların mevkiini ayıran bölmeye yapışmış gibi büzülmüş, zayıf bir genç… Biletleri aldık, ben mendilimle terli yüzümü sildim, arkadaşım da benim gibi yapıyordu. Beyaz ve keten bir mendili boynuna yerleştirmekle meşgul, bana eğildi, yavaşça “Bunu tanıyor musun?” dedi. Karşımızdaki delikanlıyı gösteriyordu. “Yok,” dedim. “Sahir işte o.” “Sahir mi?” “Evet!” O, bizden bî-haber, bazen dışarıya bakıyor ve bazen kadınlar mevkiinin pullu ve kirli perdesini tarassut ediyordu.

Bu, uzunca boylu, gayet nazik ve narin, bir kadın çehresine malik ve gayet nahif bir genç, adeta bir çocuktu. Rüyamda tokatladığım o rakib-i meçhulüme, siyah ve ince bıyıklı, siyah ve âteşîn gözlü Sahir’e asla, asla benzemiyordu. Tüysüz çehresi, maî gözleri, çokça saçları onda gayr-i kabil-i tarif bir masumiyet gölgelendiriyordu. Bu zayıf vücudun karşısında bir ihtirâm-ı merhamet-âlûd hissediyor, ona karşı nefretimden, kıskançlığımdan nâdim ve pişman oluyordum; evet, bütün kadınların ruhları onun olmalı idi.

Bacaklarını, incecik bacaklarını birbiri üstüne atmıştı. Eskrim egzersizleriyle kalınlaşan adalî bacaklarıma bakarak onunla aramızdaki farkı düşünüyordum. O, bir şair, hakikî bir şairdi… Bütün seven ve hisseden kadınların ruhları ona sermedî bir cefa-yı minnetdarî ile esir ve perestişkâr idi. Ve bu pek haklı idi. Bir an oldu ki onun maî ve derin gözlerinin müphemiyet-i in’itafıyla benim gözlerim karşılaştılar. Onun ruhunun hakkına itisaf ve taaddî etmiş bir haydut gibi mahcup ve perişan, gözlerimi indirdim.

Bir hayal-i nisvî kadar nazik ve narin olan bu vücud-ı muhterem karşısında eziliyor, hayalimde açılan boşluğa, halterlerin, av takımlarının, köpeklerin, velospitlerin karışık ve sayılmaz gölgeleriyle kaynaşan ve derinleşen müphem ve bî-pâyan bir girdaba sukut ediyordum. Arkadaşım hızla ayağa kalktı. “Çabuk” dedi, “kalıpçının önünden geçiyoruz, feslerimiz…” Ve kapıdan çıkarak caddeye atladı. Ben, ben de onu takip ettim. 

BU İÇERİĞİ NE KADAR BEĞENDİNİZ?

Puanlamak için bir yıldıza tıklayın!

Ortalama değerlendirme 0 / 5. Oy sayımı: 0

Şu ana kadar oy yok! Bu gönderiye ilk oy veren siz olun.

Bu yazı sizin için yararlı olmadığı için üzgünüz!

Bu gönderiyi geliştirelim!

Bize bu yazıyı nasıl geliştirebileceğimizi söyleyin?

Keşfet

ParanormalHaber sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et

ParanormalHaber sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et