Busenin Şekli İptidaîsi – Ömer Seyfettin Hikayeleri

0
(0)

Ömer Seyfettin, Türk edebiyatının önemli yazarlarından biridir. Özellikle milli ve realist hikayeleriyle tanınır. Busenin Şekli İptidaîsi ise, yazarın daha ironik ve sert bir yönünü gösteren bir hikayedir. Bu hikayede, Ömer Seyfettin, bir kadınla yaşadığı bir gecelik ilişkiyi ve buseye karşı duyduğu nefreti anlatır. Kadınlara ve aşka dair görüşlerini ve eleştirilerini yansıtır. Hikaye, yazarın toplumun ahlaki çöküşüne ve sadizmine dair sivri bir bakış açısı sunar. Hikayeyi aşağıda okuyabilirsiniz:

***

Gece yarısı… Gayet muhteşem, gayet süslü ve müheyyiç bir yatak odası… Karşımda mafevka’l-hayal bir vücud-ı nefis… Yeşil ipek örtülü geniş divanın üzerine uzanmış, harîs ve mütehayyir gözlerimle elektrik ziyasının menekşe rengindeki, fanustan sızan levn-i hâb-âlûd-ı fecrîsi altında, başka âlemlerden kaçırılmış, sanki nâ-malûm masallardan ihyâ ve tecsîm edilmiş esirî bir peri gibi nermin ve nazan, soyunan bu güzel kadının harekât-ı serabîsini seyrediyordum.

Semavî ve dindarâne bir beyazlıkla mest ü bî-tab-ı huzû bir melâike yuvası gibi sakin ve gayr-i nâsût duran maî perdeli yatağın ayakucunda, büyük aynaya bakarak yavaş yavaş korsajını çözerken beyaz kolları, beyaz omuzları, bütün a’sâb-ı hissiyeyi, ruhu, bütün mevcudiyeti tehzîz eden gayr-i kabil-i tevsîm bir tenevvürle parlıyor, etekliklerini çıkarmak için eğildikçe dolgun kalçalarıyla, pembe nurdan arkasıyla, bir ma’bûde-i şiir ve rüya gibi, ruhanî, müphem ve hakikatten baîd görünüyordu.

Kalbim çarpıyordu. Birkaç dakika sonra benim âguş-ı hâr-ı ihtirasımda pembe ve lerzan bir hakikat-i nûşîne tebeddül edecek olan bu hayal-i hüsn ü şebâbı sabaha kadar, ebediyen böyle temaşa etmek, uzaktan bir zevk-i dimağî ile mütelezziz olmak istiyordum. Her tarafım titriyor, yüzüme sıcak, nâ-mer’i ve nâ-mahsus bir rüzgâr temas ediyor, pantolonumun ceplerindeki ellerime şedit bir sıtma geliyor, fikrim dağılıyor, muhakemem perişan oluyordu.

İşte üç yüz franka alınan bir leyle-i aşk! Bu kadar nefis ve fevkalâde bir hüsn-i mütekâmili dest-i tesadüf, hani izdivacın o kaba ve ihtiyar eli mümkün değil bana takdim edemezdi. Bu kıllı, katı ve buruşuk el, bize bazen yanılarak, istemeyerek verdiği hüsnü, balayından sonra ne kadar tahrip, ne kadar tesmîm eder… Maişetin takazâ-yı bâridiyle sahne-i izdivacın en göz alıcı dekorları yıkılır. Bu feci inhidâm-ı tedricîden başka ne görürüz? Söyleyiniz.

Nihayet bir gün anlarız ki, gayr-i kabil-i tamir, fâci bir harabe ortasındayız… Saçlarımız ağarır. Sebepsiz ve derin bir esefle mustarip oluruz. Borç senetleri, hesap pusulaları ceketlerimizin iç ceplerini şişmanlatır. Ve bu kabartıların intibâ-ı endamımızı tenkîs ettiğini artık hiç düşünmeyiz. Mağmum, müteessif, amiyane, şiir ve hayalden uzak bir hayat yaşamağa başlarız.

Sonra doktorumuz da sanki bir şey keşfetmiş gibi, bir gün bize der ki: “Dostum, sizde nevrasteni var. Okumayınız, düşünmeyiniz, mükedder olmayınız. Açık havada geziniz. Şehirden uzak yerlerde oturunuz.” Fakat nasıl? Bunu bilmez, bilmek vazifesi değildir. Çaresizliğinizi izah etseniz anlamaz. Anlamak istemez. Hatta tafsilatınızı bile gayr-i ihtiyarî tezahür eden bir eser-i maraz addeder.

Çoraplarını çıkarıyordu. Ah, ne ayaklar… Ne tombul, ne muntazam dizler… Sincabî ince ipekten dekolte gömleğiyle parlayan bu kadın bir gaye-i hayale benziyordu. Kendimi esatirî ve rengîn bir sinematograf levhası karşısında zannediyordum. Biraz sonra şu beyaz ve muntazır yatağın içinde tamamıyla benim olacaktı. Ve bu saadet üç yüz frankın sayesinde bana teveccüh ediyordu.

Böylece bir asr-ı terakkide, böyle bir asr-ı tesâmüh ve mümâşâtın muhit-i müsaidinde doğduğumuz için kendimizi cidden mesut addetmeğe hakkımız yok muydu? Vaktiyle bir hüsn-i fevkalâde ile bir gecelik temasa bütün bir hayat veriliyordu. Kleopatra âşıklarını ferda-yı vuslatında öldürüyor; bir aşk, bir kadın için yıllarca değil asırlarca muharebe oluyor, yüz binlerce adam boğazlaşıyor, kable’t-tarih ve kable’l-edyan ormanlarda yaşayan anomanganlar gibi, hani o kuyruklu babalarımız gibi birbirlerini parçalıyorlardı.

Şimdi onlardan ne kadar uzaktayız. Artık kahramanlığa, kana, heyecana, cesarete, hatta fazilete lüzum yok. Üç yüz frank… Yalnız bir gece! Fakat bin gece ile bin bir gece ile arasında ne fark var? Mademki geçecek, leyâl-i a’sârın da nâmütenahi bir yarını gelecek. Mademki her şey mazi ve hayal olacak!.. Düşünüyor ve ona bakıyordum; yatağa giriyor, çevik ve zinde bir bî-tâbî ile uzanıyordu.

Sincabî, ince ipek gömleğin altında nîm mahsus, kabaran dolgun kalçaları, narin ve şuh bel, kim bilir ne kadar müheyyiç olan nefis uyluklar… Kalbimin şiddetle çarptığını işitiyordum. Ağzımın kuruduğunu, dudaklarımın birbirine yapıştığını hissediyordum. Gülerek, “Artık temaşa kâfi” diyordu, “soyununuz ve çabuk olunuz, sabah olacak…”

Cevap vermedim. Üç yüz frangın hakk-ı telezzüzünü amelî ve ciddî maa’z-ziyade çıkaracak yerde, boş düşüncelerle, hassasiyet ve şairiyetle, yani sarih ve gayr-i ihtiyarî münasebetsizliklerle vakit geçiriyor; ancak senede bir iki defa ele geçirebileceğim böyle bir fırsat-ı zevki suiistimal ediyordum. Çabuk kalktım, soyunmaya başladım. İçimden, her ân-ı hissîde; yani ân-ı hissî denilen sersemlik esnasında kendime hitap ettiğim, “maddî olalım!” tavsiye-i derunîsini tekrar ediyordum. O soyunuyordu.

Tamamıyla düşünce ve hayretlerimden kurtulmuş, yan gözle ona bakıyordum. O kadar güzel, maa-hazâ, o kadar müheyyiç, o kadar muharrik idi ki! Gülümseyerek yine içimden, “ya aşka inansaydım…” diyordum. Evet, bir gecesi üç yüz frank eden bu hüsn-i mümtazı sevseydim? Bir ay perestiş etmek için… zihnen hesap ediyorum. Dokuz bin frank!.. Ne!.. Dört yüz elli lira… Üç nazırın, dokuz mebusun maaşı… Benim ancak iki senede harç edeceğim paradan ziyade…

Birden dönüyor, yüzükoyun uzanmış, benim dalgın dalgın soyunmamı seyreden bu vücud-ı nefise bakıyordum. Beni bu kadar mütelezziz eden bu müstesna kadın, bir masum için; bir tahsil görmemiş, okumamış, anlamamış saf bir genç için ne müthiş bir felâket olmak istidadını haizdi. Hüsn-i mütekâmili karşısında muhakemesini tenvîm ve teshîr ettiği bir zavallıyı israfa, cinnete, sirkate, katle, hatta intihara sevk edebilirdi.

Bu sefer gülmeyerek, yüzünü yastığa kapayarak diyordu ki, “Rica ederim, bakmayınız. Bu garip nazarla… Bana bakmayınız böyle… Korkuyorum, korkuyorum…” Soyunarak kendi kendime, “işte isterik bir kadın” diyor, mütelezziz olmak için biraz daha fazla yorulacağımı, maa-hazâ yorularak daha çok fazla mütelezziz olacağımı tahmin ediyordum. Tamamıyla soyundum. O hâlâ, başı kollarının arasında, yüzükoyun yatıyordu.

Nefis ve davetkâr ensesi pembe bir gül hâlinde, sanki bir buse için açılmıştı. Yavaşça yaklaştım. Ve dudaklarımı gayet hafif, gayet nazikâne dokundurdum. Nâgehan cildine yakıcı bir ateş temas ettirilmiş gibi haykırdı ve fırladı. Sonra yine bî-tâp düşerek elleriyle yüzünü kapadı. Ve ağlamağa başladı. Canım sıkılmıştı. “Lâkin azizem” dedim, “niçin böyle yapıyorsunuz, sizi mustarip mi ediyorum?”

Aynı vaziyette, yüzü elleri içinde, ağlayarak cevap veriyordu: “Beni korkutuyorsunuz. Korkuyorum. Gözlerinizden, bakışınızdan korkuyorum. Rica ederim, bana acıyınız, bu odadan çıkınız, bana lâkırdı söylemeyiniz. Elinizi dokundurmayınız. Yaklaşırsanız haykıracağım. Allah aşkınıza çıkınız, çıkınız.” Cidden canım sıkıldı. Bu buhran tatsız, münasebetsiz, lezzetsiz, muacciz bir buhrandı. Biraz hadîd sordum: “Fakat niçin benden korkuyorsunuz?”

BU İÇERİĞİ NE KADAR BEĞENDİNİZ?

Puanlamak için bir yıldıza tıklayın!

Ortalama değerlendirme 0 / 5. Oy sayımı: 0

Şu ana kadar oy yok! Bu gönderiye ilk oy veren siz olun.

Bu yazı sizin için yararlı olmadığı için üzgünüz!

Bu gönderiyi geliştirelim!

Bize bu yazıyı nasıl geliştirebileceğimizi söyleyin?

Keşfet