Beşeriyet ve Köpek – Ömer Seyfettin Hikayesi

0
(0)

Ömer Seyfettin, Türk edebiyatının önemli yazarlarından biridir. Özellikle milli ve realist hikayeleriyle tanınır. Beşeriyet ve Köpek ise, yazarın daha mizahi ve eleştirel bir yönünü gösteren bir hikayedir. Bu hikayede, Ömer Seyfettin, bir kadınla tanıştığı ve onun köpeklere olan ilginç sevgisini öğrendiği bir günü anlatır. Kadınlarla ve hayvanlarla olan ilişkisini ve ironisini yansıtır. Hikaye, yazarın toplumun garipliklerine ve saçmalıklarına dair sivri bir bakış açısı sunar. Hikayeyi okumak için devam ediniz:

***

Yaz geceleri mükevkep ve rüzgârsız bir sema-yı mühtez altında, sahilsiz nihayetleri ezeliyetle temas etmiş zannolunan, rakit ve aks-i nücum ile müzehhep bir denizin üzerinde geçecek vapur seyahatlerini ben daima bir sahaı macera, bir sahne-i aşk telâkki ederim. Ve daima birinci sınıf yolculara mahsus kamara bileti alırım. Birçok tanıdıklarım beni, fikirlerince o kadar lâzımü’l-itâa olan o tatsız ve soğuk kanun-ı iktisada adem-i riayetle itham ederler.

Fakat bu birinci mevki için verilecek birkaç yüz frank insana birkaç bin frankın kazandıramayacağı muvaffakiyetleri temin eder. Buna katiyen eminim. Bu emniyetim daha mekteplilik zamanımdan başlar. Çünkü Mesageri’nin birinci sınıf yolcularına mahsus o asil, necip, yani riyakâr ve sunî salonunda, hassaten yazın, mutlaka garptan gelen birkaç güzel ve şuh bir kadına, bütün faaliyet-i ruhiye ve bedeniyeleriyle macera taharri eden birkaç artiste rast gelinir.

Bu gayr-i kabil-i içtinaptır. Seyahat günleri yaklaştı mı hafif bir heyecan, meçhul bir sevinç duyarım. O müteharrik ve muhrik salonun âguş-ı ketm ü ihtiramında, mehd-i nâzân-ı resmiyetinde geçirdiğim tatlı rüyalar birden gözümün önüne gelir. Ah pek eski hatırat… On yedi yaşımdaki müthiş ve savlet-engîz buhranlarım… İlk muvaffakıyet-i aşk… İşte şimdi yine o maî ve büyük gözleri, müşkül ve muhtelif rakslarla harikulade incelmiş o artist endamlı, o müdrik Bizet gibi duran manidâr elleri, nûşin ve heyecan-âver kolları, o bana, “Sizi kırmızı fesinizle tıpkı bir şampanya şişesine benzetiyorum!” diyerek gülen küçük ve davetkâr dudakları der-hâtır ediyorum.

Ah, gençliğin o bir daha katiyen avdet etmeyecek olan müskir ve fecr-âmiz ilkbaharı!.. Ne kadar müteşebbis, ne kadar cesur, ne kadar kahraman idim. Evvelâ kendisi benimle lâtife etmeğe başlayan ve ismini bile öğrenmeğe vakit bulamadığım bu artist ile masum, tembel, mariz, hayal-perver, cahil, budala şairlerin –hatta hikâye ve tasvirini– on senede itmam edemeyecekleri edvar-ı dûrâdur-ı aşkın bütün anât-ı teferruatını ben yirmi dört saat içinde tamamıyla geçirmiş, ikmal etmiştim.

Evet, asıl tabiî ve kıymettar aşk, bu tesadüfî seyahat aşklarıdır. Menfaatperest ve tahassüsat-ı bediiyyeden katiyen mahrum Yahudiler tarafından icat olunduğu rivayet olunan ve azap ve ıstıraptan başka bir şey ihtiva etmeyen izdivaca müşabih sıkıcı, üzücü bir rabıtanın, gayr-i ihtiyarî tehlike-i teşekkülü ihtimali yoktur. İki üç gün içinde görüşülür, tanışılır, sevişilir, sonra bir daha ebediyen buluşmamak üzere memnunen ve kemal-i muhabbetle iftirak olunur.

Tarafeynde yalnız tatlı bir hatıra kalır. Bu hatıra işte tamamıyla aşktır. Müddeti haftayı geçen bütün rabıtaların şüphesiz tevlit edeceği nefret, taab, pişmanî, telehhüf onda yoktur. O nispeten, şairin sayıkladığı ve terennüm ettiği gibi gayr-i nâsut ve hayalîdir. Rüyadır. Az süren ve nîm idrak olunan rüyalar gibi mâ-fevka’t-tahassüs, müteheyyiç ve lezizdir.

….Birkaç ay evvel yine İstanbul’dan ayrılıyordum. Birinci sınıf yolculara mahsus kamarada idim. Erkekleri ve ihtiyarları tabiî saymıyorum, altı yolcu vardı. Birisi şiddetle nazar-ı dikkatimi celp etti; kısm-ı süflâsı kaba ve şişman, üst tarafı narin, fakat herhâlde gayet muntazam bir vücut… İnce, uzun kaşlar, solgun ve asabî bir çehre, ciddi kadınlara has, meselâ muallime, rahibe gibi, bir hüsn-i lâtif, bir hüsn-i mahzun…

Siyah gözler altın bir gözlüğün camları arkasında daha fazla parlıyor gibi görünüyordu. Mütefekkir ve meyustu; kimseyle konuşmuyordu. Yalnızdı. Hayır, yalnız değildi. Yanında bağa renginde ve orta hacimde bir köpek, bir buldok vardı. Hep beraber geziyorlar, beraber oturuyorlardı. Otururlarken köpek mutlaka uyuyor, sahibesi ya kitap okuyor yahut düşünüyordu. Ben etrafında gezinmeye başladım.

Konuşmak, peydâ-yı münasebet etmek için ufak bir fırsat arıyor ve maatteessüf bulamıyordum. Aynaroz açıklarını geçtik. Bulutsuz ve maî bir sema altında gidiyorduk. Hava son derece lâtif ve muharrikti. Hâlâ bir muvaffakiyet yoktu. Sıkılıyor ve mustarip oluyordum. Seyahatim akim ve yâbis kalmak tehlikesine maruz bulunuyordu. Sanki hadît, asabî, kuru ve kömürlü bir el ile yüzü sıkılmış, yoğrulmuş, siyah buruşuklar içinde kalmış olan çirkin buldok hiddetimi celp ediyordu.

Sabah yemeğini muhtazır ve müteezzi bir adam iştahsızlığı ile yedim. Kahvemi içtikten sonra güverteye gezmeğe çıktım. Kıç tarafta bir şezlonga uzanmış, onu gördüm. İğrenç bir tuluma benzeyen buldok yine kucağında idi. Fena hâlde canım sıkıldı. Bu kadar güzel ve genç bir kadın bu pis köpeği nasıl kucağına alır ve sevebilirdi? Önünden geçtim. Tekrar geçtim. Geziniyor gibi yapıyordum. Buldok, sahibesinin kim bilir ne kadar nermin ve hâr olan aguşunda siyah ve müstekreh yüzünü bütün bütün buruşturarak uyuyordu.

Canımın sıkıntısı müphem bir hiddete tebeddül ediyordu. Bu tabiatsizlik, adîlik değil miydi? Yanına gitmek, kucağından zorla bu çirkin ve pis köpeği almak, güzelce dövmek, sonra denize fırlatıp atmak istiyor ve bunun neticesini düşünerek hemen hemen yapmağa karar veriyordum. Ne olacaktı? Benden zarar ve ziyan davası ederdi. Başka? Hiç. Fakat ben bu pis köpeğin haksız yere nail olduğu bu muhabbet-i nâbecânın intikamını almış olacaktım.

Tekrar muhakeme ettim. Muhakememi tevsi ettim. Ben bu köpeği şüphesiz kıskanıyordum. Bu tevil kabul etmezdi. “Ne tuhaf!” dedim ve birden bu tecavüzden vazgeçtim. Lâkin gayr-i ihtiyarî artan hiddetim geçmiyordu. Bu kadının şu tabiatsizliğini yüzüne vurmak istiyordum. Muhakeme etsem belki bundan da vazgeçecektim. Fakat acele ettim. O anda bende bir kumarcı cesareti vardı.

Ellerim cebimde, dalgın ve teklifsiz bir seyyah vaziyetiyle, nazik ve mütebessim, önünde durdum. “Kabalığımı affediniz madam” dedim, “müsaade ederseniz size bir şey soracağım.” Köpek uyandı. Başını kaldırdı. İkisi de derin, lâkin pek derin bir hayretle, “Bu nasıl münasebetsiz herif?” demek ister gibi bana baktılar. Köpek çapaklı ve yaşlı gözlerini kırpıştırarak ağzını takallüs ettiriyor ve havlamağa hazırlanıyorken kadın nazik ve gayr-i müterakkıp bir tebessüm-i şuh ile cevap verdi: “Sorunuz, belki bir cevap alacaksınız.”

“Nezaketinize teşekkür ederim. Sizi hiç tanımazken hususiyetinize ait bir şeysormak filhakika büyük bir küstahlıktır. Bunu bilirim. Fakat son derecede mütecessisim madam. Bu meylime karşı gelemem. İşte şimdi anlamak istiyorum ki bu köpeğe, bu çirkin, pis köpeğe niçin bu kadar ibraz-ı muhabbet ediyorsunuz? Ölmüş ve muazzez ebeveyninizden kalma eski bir yadigâr mıdır? Yoksa kaybedilmiş bir saadetin hatırası mı?” dedim ve her saniye maruz kaldıkları kurnazlıktan, zekâdan, hileden, sürat-i intikalden bıkmış ve nefret etmiş olan garp kadınlarının hoşlarına gitmesi lâzım gelen bir tavr-ı sadedilâne bir vaz-ı safiyâne aldım.

Genç kadın şuh tebessümüyle sanki birden parlayan siyah ve gözlüklü nazarlarıyla bana bakarak ve nermin eliyle başını okşadığı köpeğin hiddetini teskine çalışarak “Hayır” dedi, “ne öyle ölmüş ebeveynden kalma bir yadigâr, ne bir hatıra! Hassaten köpek olduğu için seviyorum. Ve muhabbetimin şiddetini anladığınızdan dolayı size teşekkür ederim. Evet, sırf köpek olduğu için seviyorum. Bütün köpekleri sevmek, öpmek, onlara perestiş etmek isterim. Fakat bu mümkün mü?.. Mutlaka her şeyde olduğu gibi, bir tane ile, yahut birkaç tane ile kanaat mecburi…”

“Taciz edeceğim, affediniz, lâkin muhabbetinizin sebebi ne?” Güldü. “Bu sebebin izahı uzundur” dedi. “Fakat mutlaka anlamak istiyor musunuz?” “Mutlaka anlamak istiyorum. Lütfen söylerseniz minnettarınız olacağım.” Yine güldü ve köpeğin başından kaldırdığı ince ve nermin eliyle gözlüğünü düzelterek, “Köpek, köpek” dedi; “Bugünkü beşeriyetin banisi. Bugünkü medeniyet-i maddiye ve fikriyenin müsebbibi, terakkıyâtın, ulûmun, fünûnun, felsefenin, hâsılı eski ve yeni, mevcut ve müteâli ne görüyorsak hepsinin fail-i teşekkül ve nümüvv-i mâbihi’l-vücududur. Bugünkü mütekâmil insanlığımızı, bütün mahlûkat ve mevcudat üzerindeki tefevvuk-ı cinsimizi biz köpeğe medyunuz… Ah, eğer köpek olmasaydı…”

Hayretim; bir dakika evvel teklifsiz ve münasebetsiz hitabıma karşı köpeği ile kendisinin izhar ettiği müşterek hayretin bir milyarla hâsıl-ı darbına müsaviydi. Birden bu kadının bir mecnun, bir çılgın olmasına hükmettim. Kaçmak, bu bîçare kadını köpeğiyle ve efkârıyla bırakıp kaçmak lâzım geliyordu. Müşkül bir mevkide kalan budalalara has bir tavr-ı gayr-i ihtiyarî ile şaşaladım.

O da bu şaşkınlığımı ve telâkkimi galiba gözlerimden anladı. Dudaklarının hiç sönmeyen tebessüm-i şuhuyla devam etti: “Köpek olmasaydı bugün dünya yüzünde insan göremeyecektiniz. Durunuz. Mademki musırran öğrenmek istediniz. Size bir ders vereceğim. Biliyorum, inanmayacaksınız. Siz şarklısınız, efkâr-ı bâtılanın; vehmiyat-ı eblehfiribânenin mehd-i mutlakı olan bu ihtiyar ve büyücü şarka mensupsunuz. Şarktan bir veba rüzgârı gibi gelen ve kökleşen efkâr ve itikadata karşı garp bir asırdan ziyadedir mücadele ettiği hâlde hâlâ galip gelememiştir ve gelemeyecektir.

Hâlbuki siz şarklılar, bütün hakayık-ı ilmiye ve fenniyeye vukuf ve münakaşaya asla lüzum görmeyecek kadar müstağni yaşarsınız. Yarım yamalak öğrendiğiniz fünûn-ı garbiyenin esaslarını musırran kendinize atf ve onların da semaviyattan muktebes olduğunu iddia ile efkâr ve itikadat-ı bâtılanızı bizim fünûnumuz ile bize ispata kalkacak derece garabet ve sersemlik gösterirsiniz. Bugünkü hakayık-ı mevcudenin ekserisini beşeriyete şerh eden Hegel, Buchner, Darwin, Novel, Rabod, Karl Vogt, Romansi, Rossi, Sanson, Skodler ve ilah… gibi muharrir ve mütefekkirlerden bir kelime lisanınıza geçmemiştir.

Onların isimleri bile sizce küfür addolunur. Fünûn ve ulûm-ı tabiiyeden tamamıyla bî-habersiniz. Çünkü bunlara vukuf, itikadât-ı kadîme-i bâtılanızı tekzip edeceğinden, sizce en müthiş mevâdd-ı infilâkıye ve tahribiyeden ziyade memnu ve müthiştir. Teşekkül-i avam ve tekâmüle dair hiçbir fikriniz yoktur. En yeni fikirleriniz en aşağı on asırlıktır. Taharrî-i hakikat meylinden katiyen mahrumsunuz. Büyük küçük hepiniz bir vazo, bir testi gibi kilden imal edilmiş, bir babanın çocukları olduğunuza şiddetle kailsiniz…”

Görüyordum ki bu güzel ve nefis gâvurun asabiyet-i hatibanesi korkunç ve kebir bir günaha peyveste olacaktı. Lâfını kesmek lâzımdı. Kuvvet ve galibiyetinden emin sahih bir Türk tebessüm-i müsterihi ile gülerek “Tıpkı sizin garplı İspanyollar gibi, değil mi?..” dedim. Rabıtasız, saçma, müşevveş sözlerinden şüphesiz ruhbana ve itikadat-ı bâtıla-ı kadimeye düşman olduğu anlaşılan bu güzel ve garip kadının yüzüne karşı dindar ve mübarek İspanyolların nâm-i muhteremini fırlatışım kirli ve meşin bir eldiven tesirin hâsıl etti.

Birden kızardı. Ve dudaklarının daimî tebessümü söndü. “Oh, İspanyolları bırakınız” dedi, “onlar garbın lekesi, zulmeti…” Hemen cevap verdim: “O hâlde siz de şarklıları bırakınız. Vaadinizi icra ediniz. Köpeğin nasıl beşeriyeti tesis ettiğini anlatınız, lutfediniz.” “Zaten onu anlatacaktım” diye başladı, “fakat evvelâ inanmayacağınızı size ispat etmek, inanmamanıza tesir eden esbabı münhasıran size tekrar etmek için küçük bir mukaddime yapmak istiyordum. Mademki istemiyorsunuz, artık hacet kalmadı. Evet, köpek beşeriyetin banisidir… Bakınız nasıl:

İlk insanlar gayet zayıf ve nefislerini müdafaa edecek âlât ve muhakemeden mahrum idiler. Bakir ormanlarda, vahşî ve gayr-i mezru vadilerde küçük ve behimî cemiyetler hâlinde yaşıyorlardı. Ve dayanılmaz soğuklar, müthiş fırtınalar, mümted tufanlar, kahhar yıldırımlar onları itlaf ediyordu. Lâkin o nihayetsiz ormanların korkunç karanlıklarındaki sibâ-ı müthişe, yırtıcı canavarlar, kaplanlar, kurtlar, yılanlar insanı, bu zayıf ve eti leziz mahlûku kendileri için en mümtaz bir gıda ittihaz etmişlerdi.

Meselâ bir kaplan ormanın uzak bir köşesine saklanmış küçük bir insan cemiyetini hissedince bilâ-rahm hücum ediyor, tuttuğunu yiyerek karnını doyuruyordu. Henüz insanlarda idrak yoktu. Lisan teşekkül etmemişti. Yek heca esvat ile hissiyat-ı iptidaiye vü behimiyelerini izhar ediyorlardı. Lezzetli etlerine alışan sibâ-ı müthişeye karşı alet-i müdafaaları, hile tertip edebilecek kadar mütekâmil dimağları yoktu. Yalnız kaçıyorlar, öyle kurtuluyorlardı.

Fakat geceleri saklandıkları yerleri mütefevvık kuvve-i şammeleri ile bulan canavarlar meyus olmuyorlar, şebhûnlar yapıyorlar, zavallı zayıf beşeriyetin zararına hayat-ı müfterisanelerini idame ediyorlardı. Kışr-ı arzın edvar-ı tekâmülünde kaçamayan ve saklanamayan birçok ensal-i hayvaniye nasıl kendilerinden kuvvetlilerine gıda olmuş, nasıl mahv ü münkarız olmuşlarsa, insanlar da bu tehlike-i inkıraza tamamıyla maruz kalıyorlardı.

Azala azala diğer ensal-i zaife-i hayvaniye gibi bir gün bitecekler, hatta müstehaseleri bile kalmayacaktı. Lâkin bu esnada vahşî bir hayvan, hatta et yiyen ve insan etine fevkalâde ihtiyacı olan bir hayvan iştihasını, bilinmez nasıl bir hisle tahkir etti. Ormanlardaki beşeriyetin düşman-ı bî-amanı olan âkilü’l-lühûm sibâ-ı müfteriseden ayrıldı. Henüz âkilü’l-fevâkih olan insanların yanına geldi. Onlara dost, onlara refik, onlara esir oldu. Bu, işte köpekti…

Yaklaşan yırtıcı bir canavarı havlayarak haber veriyor, onun sayesinde insanlar kaçıyor, helâkten kurtuluyordu. Köpek asırlarca onlara sadıkane refakat etti. Taştan ve tunçtan silâhlar yapıp nefislerini bizzat müdafaaya başlayıncaya kadar onlara, hayatı pahasına, bekçi ve müdafi oldu. Refakatinin, fedakârlığının, şefkatinin verdiği huzur altında insanlar umumiyetle helâk ve inkırazdan kurtuldular. Neşv ü nemâ-yı dimagîleri terakki etti.

Dün önünden kaçtıkları sibâ-ı müthişeyi bugün hücum ve eslihâ-yı iptidaiyeleriyle perişan ediyorlar, yavaş yavaş ormanların, arzın hâkimi oluyorlardı. Sonra cemiyet birbirleriyle uğraşmağa başladılar. Köpek yine vazifesiz kalmadı. İnsanların tutarak te’nis ettikleri atlara, koyunlara bekçilik ediyor, mağaraları, yeni inşa olunmağa başlayan ikametgâhları mütecavizlerden muhafaza ediyordu.

İnsanların dimağları edvarı tekâmüliyesini geçirdikçe eski dostu köpeğin de sadakati artıyor, vezaifi taaddüt ediyor; meftuniyeti ahlâkî ve manevî bir fedakârlık hâline inkılâp ediyordu. Edvar-ı tekâmüliyenin nâma‘dut seneleri sürat-i ezeliyeleriyle güzeran ettikçe elsine, hayal ve muhakeme, biraz daha muntazam aileler, kabileler, kavimler, hükümetler, kanunlar teşekkül etti. Köpek insanların müdrik cemiyetlerine de aynı sadakat-i evveliyesiyle girdi. Hudutlarda kaleleri, şehirlerde sokakları, dağlarda kuleleri bekledi.

Bugün bile koyunlarımızı, çiftliklerimizi, köylerimizi, sayfiyelerimizi o bekliyor. Bugün medeniyet ve insaniyetin düşmanları olan canileri, sabıkalıları o arıyor, o takip ediyor, o buluyor. Medenî şehirlerdeki zabıta-ı beşeriyeye bir insandan ziyade hizmet ediyor. Fakat zekâ ve idrakçe bütün mahlûkata tefevvuk eden insanların ekserisi başlıca esbab-ı galibiyet ve mevcudiyetleri bu köpek olduğunu bilmiyorlar. Onu tahkir etmeğe, hatta dövmeğe kalkıyorlar.

Vuranların ellerini ısıracak yerde yalayan bu fedakâr, bu sadık muhibb-i kadime –netice itibariyle yine onun sayesinde teşekkül ve taayyün ettiği şüphesiz olan– ahlâk ve i’tikadatın icap ettirdiği şefkati ibraz etmiyorlar. Ah bilmiyorlar, bilmiyorlar. Köpek olmasa ne bu cemiyetler, ne bu memleketler, ne bu akvam, ne bu saadet ve servet, ne bu müessesat ve şimendiferler olacaktı. Edvar-ı iptidaiyede cürsûme-i ruh ve zekâ olan nesl-i beşer münkarız olacak ve arzın üzerinde mehasin ve meali-i idrak hâkim olmayacaktı.

Köpek beşeriyeti aklı ve kuvveti yokken kurtardı. Ona bahşettiği huzur-ı hayat ile tekâmül-i dimagîsini, galebe-i kâmilesini temin etti. Ah eğer köpek olmasaydı… Kemal-i teheyyüçle müstekreh ve hâbîde buldokun siyah, buruşuk yüzünü öpmeğe başladı. İğreniyordum. Bu işittiğim marîz, asabî bir mektepli kızın firâş-i hummada sayıkladığı hezeyanlara müşabih şeyler, bende hayretten ziyade bir hiss-i pişmanî tevlit etti.

Pek kıymettar olan yirmi dört saati beyhude yere bu münasebetsiz kadını takibe hasrederek ne kadar müthiş bir zarar ettiğimi hesap ediyordum. Ve fikri, ulûm-ı tabiiyenin tevlit ettiği o mahut ve mühim teşevvüşle berbat olan bu kadına, i’tikadat-ı bâtıla-i mukaddesesi bu kadar iflâs eden bu nazariye-perver vücud-ı nefise karşı birden derin ve meçhul, irsî bir nefret duyuyordum ve artık ayrıldım. Yarın saat beşte benim seyahatim bitecek.

Yedi saat içinde bir münasebet peyda edemezsem müstesna olarak aşksız ve macerasız vapuru terk edeceğim. Artık meçhul ve mukavemetsûz bir hiddete mağlup oluyor ve içimden demek istiyordum: “Lânet! Bizi i’tikadat-ı mukaddese-i kadimemizden, ezvâkımızı tetviç eden evham ve hayalât-ı mahzadan, aşk ve hasetten, ekâzib-i mevzua ve meyl-i bedîîden ayıran vukuf-ı felsefîye! Lânet ulûm ve fünûn-ı tabiiyeye…”

BU İÇERİĞİ NE KADAR BEĞENDİNİZ?

Puanlamak için bir yıldıza tıklayın!

Ortalama değerlendirme 0 / 5. Oy sayımı: 0

Şu ana kadar oy yok! Bu gönderiye ilk oy veren siz olun.

Bu yazı sizin için yararlı olmadığı için üzgünüz!

Bu gönderiyi geliştirelim!

Bize bu yazıyı nasıl geliştirebileceğimizi söyleyin?

Keşfet