Yaşanmış Korku Hikayesi: Mağaradaki Yaratıklar

105
5
(3)

“Not defterine yazılmış bu olaylar 1997 yılında Elazığ’ın Harput ilçesindeki Buzluk Mağarası’nda bir arkeolog tarafından yapılan bir araştırmada bulunmuştur. Olayın geçtiği mağarada anlatılanların gerçekliğine işaret edecek hiçbir bulguya rastlanmamıştır. Defterdeki yazıların, mağarada kaybolan ve zehirli gazlar nedeniyle halüsinasyonlar gören bir kişi tarafından yazıldığı düşünülüyor.

Hikayenin Anahtar Kelimeleri

Yaşanmış Korku Hikayesi, Korku Hikayesi, Korkunç, Paranormal Deneyim, Esrarengiz, Yaratık, Gizem, Mağara, Elazığ, Harput, Kayıp.

Yaşanmış Korku Hikayesi: Mağaradaki Yaratıklar
Yaşanmış Korku Hikayesi: Mağaradaki Yaratıklar

O geziye asla katılmamalıydım. O soğuk taş basamaklardan asla inmemeliydim. Gizli ve karanlık şeyleri keşfetmek gibi kötü bir huyum vardır. Karanlık aydınlığın zıttıdır ve yaşadığımız dünya her ikisini de barındırır, ama benim karanlık şeylerin peşinden gitmek türünden bir saplantım var. Bulacağım tek şey bela sanırım. Konuya çok hızlı girdiğim için başımdan geçen olayları biraz olsun kavrayabilmeniz için en baştan anlatayım.

Rahmetli dedemin memleketi olan Elazığ iline ilk gidişimde annem ve babam da yanımdaydı. Onlar da Elazığ’a ilk defa geliyordu. Birer kimya mühendisi olan annemle babam, Elazığ’a düzenlenen Ulusal Kimya Kongresi için gelmişlerdi. Ben ise sadece macera için. Telaşlı bir uçak yolculuğundan sonra otele vardık. Babamların kimyacı arkadaşları arasında bir yabancı gibiydim. Neyse ki kongreye benim yaşlarımda birkaç genç de katılmıştı. Gerçi onlar da hayata bilimin soğuk ve mesafeli bakış açısından yaklaşıyordu ama yalnız kalmayı pek sevmediğim için onlarla ahbaplık etmeye başladım.

Akşama doğru Elazığ’ın Harput ilçesinde ufak bir geziye katıldık. Minibüs şoförümüz Elazığ’ın yerlisiydi. Türbeler ve yıkık Ortaçağ kaleleri arasında bir çay bahçesine oturduk. Şoförün başı kesik evliyalar ve Kurtuluş Savaşı’nda uçan askerlerle ilgili anlattığı hikayeleri merakla dinledim. Olağandışı hikayelere olan ilgime rağmen, şoförün anlattıkları benim için sadece birer efsaneydi. 

Tabii o bu hikayelerin gerçek olduğunu kabul ediyordu. Ona göre, bu hikayelere inanmak gerçek bir Müslümanın göreviydi. Ben ise daha fazlasını istiyordum. Daha sıradışı, daha beklenmedik bir şey. Bu halk efsaneleri, türlü yaratıklarla ve esrarengiz olaylarla doldurduğum hayal gücümü beslemeye yetmiyordu.

Aslında aradığım şeye gezimizin bir sonraki durağı olan Buzluk Mağarası’nda ulaştık. Mağara kelimesi oldukça tuhaf bir merak uyandırmıştır bende hep. Harput kalesinden de yükseğe, yaklaşık 1500 metrelik bir tepeye çıktık. Asfaltın erişemediği toprak yollardan sonuncusu da arkamızda kaldı. Güneş batarken tepenin üstündeki bir oyuktan düşe kalka inmeye başladık. İki kayanın arasındaki boşluktan beliren taş merdivenleri gördüğümde, tüylerim diken diken oldu. 

Engebeli basamaklardan inmeyi göze alabilen birkaç kişiden biri de bendim. Elbette, hemen önümde olan şoförümüz bize rehberlik ediyordu. Dönerek inen basamaklara adım attığımızda havada ani bir soğuma oldu. Yer altından gelen buz gibi bir rüzgar yüzümü yaladı. Merdivenler ufak bir düzlükte kesildi, kayaların üstü buz tutmuştu.

 Az ötede basamaklar devam ediyordu, ama bunlar insan eliyle yapılmamıştı, doğanın tasarımıyla oluşan kaya çıkıntılarıydı. Buzlu basamaklarda kaymamak için bir lambaya bağlı olan kabloya tutunarak indik. Son aydınlık kattan aşağı inerken heyecanla basamakların daha da devam ettiğini, hiçbir ışığın aydınlatmadığını gördüm. 

Hepimiz sessizlik içindeydik. O anda, çok derinden gelen bir inilti duydum. Aslında ‘inilti’ kelimesi tam da anlatmıyor bu sesi, sanki çok çok yavaş bir kahkahaydı. Bu dehşetle şoförün yüzüne baktım. ‘Siz de duydunuz mu?’ diye sordum. “Daha fazla inmeyelim, ışık yok aşağıda” diye cevap vermekle yetindi ve daha fazla ilerlemeden geri döndük.

Buzluk Mağarası’nın dışındaki ufak çay bahçesinde oturuyorduk. Annemlerden izin isteyip tuvalete gideceğimi söyledim. Benim karanlık şeylere olan  merakımı bilen ve hareketlerimde bir tuhaflık sezen annem, “Sakın bir yere kaybolma, birazdan yola çıkarız” dedi. Az sonra tekrar buzlu mağaranın içindeydim, tek başıma. Sesi duyduğum yeri geçip biraz daha yürüdüm. Işığın olmadığı bölgeye kadar indim ve el fenerimi yaktım.”

“Yol ikiye ayrılıyordu, sola saptım. Kaygan zeminde dikkatli adımlarla ilerledim. O kadar sessizdi ki, kalbimin sesini duyabiliyordum. Tam tünelin ucuna gelmiştim ki, aşağıdan bir rüzgar sesi geldi ve soğuk bir hava akımı yüzüme çarptı. İşte, aklımı başımdan alan bu hava akımıyla tekrar yeryüzüne çıktığımı düşündüm ve diğer çıkışı bulmak gibi çılgınca bir fikre kapıldım. Ancak tünelin sonu, dibi gözükmeyen bir uçurumdu.

Fenerimi buzlu duvarlarda gezdirdim, hemen solunda bir insanın ancak sığabileceği bir oyuk vardı. Oyuktan geçince tekrar bir yol ayrımına vardım, bu sefer sağa saptım. Hatırlamalıyız bunları, sol, sol, sağ… Karanlık ve uzun bir tünelde yürüdüm, o sırra fenerimin ışığı azaldı, pili bitmek üzereydi. Nasıl da unutmuştum, belki de dakikalar içinde ışıksız kalacaktım. O anda içime berbat bir korku saplandı ve buzlu zemine aldırmadan koşmaya başladım.

Yol ayrımlarını unutmuş olmalıydım, taş basamakları bir türlü bulamıyordum, kahretsin, kaybolmuştum. Ellerim ışığı tamamen sönmek üzereydi, sonrası zifir karanlık olacaktı. Soğuktan donuyordu ellerim, el yordamıyla yolumu bulmaya çalıştım, buzlu duvarlar… Ellerim acıtmaya başlamıştı, o an bütün umudumu kaybettim ve yere çöktüm, gözümden yaşlar boşalıyordu.

Az sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım, sesim buzlu duvarlarda yankılanıyordu, sanki aynı anda onlarca kişi ağlıyordu. Aniden durdum, yankıları arasında bana ait olmayan bir sızı sesi çıktı, tüylerimi diken diken eden yavaş, kahkahayı duydum. Ve gittikçe yükselerek bana yaklaşıyordu. Koşmaya başladım, ayağım kaydı, yüzümü yere çarptım, kahkaha yükseliyordu, bir şey beni ayağımdan yakaladı ve hızla çekmeye başladı, çığlıklar atarak, suratım buzlu zemine çarpa çarpa sürüklendim.

Yaşadığım şok ve acının etkisiyle kendimden geçmiş olmalıyım. Gözlerimi açtığımda önce hiçbir şey göremedim, yavaş yavaş etrafımda dolgun fosforlu bir ışık olduğunu algıladım, güçlükle ayağa kalktım. Her yerim ağrıyordu. Birkaç adım atmaya kalktım, burnum sert bir yere çarptı, bir çeşit kafesin içinde olduğumu anladım, parmaklıkları yoklardı.

Bir anda kemikten yapılmış olduklarını gerçeğiyle yüz yüze geldim, çığlığımı zorlukla bastırdım. Tenimi ısıran soğuğa rağmen, baştan aşağıya terlediğimi fark ettim. Yaklaşan iniltiler ve ayak sesleri, çaresizce kafesin arkasına sindim. 2 metre gerideki taş duvarın dibine çaresizce çöktüm. Yaklaşan fosforlu ışıklar… Karşımdaki iki parlak beyaz kafa belirdi, yumruklarımı sıktım ve bildiğim tüm duaları okumaya başladım.

Beyaz kafalar yüzlerini kafese dayadı, tüylerin diken diken bir halde, bu iki acayip yüzü inceledim. İnsan gibiydiler, ama bir farklılık vardı, tenleri bembeyazdı ve solgun bir ışık saçıyorlardı. Allah’ım, göz bebekleri ve burunları yoktu, parmaklıkları kaldırıp iki kolumdan tuttular, karşı koymaya gücüm yoktu.

Kaygan zeminli tünelden ilerledik, taş basamaklardan indik, yüksek tavanlı geniş bir odaya geldik. İçeride bu yaratıklardan onlarca, yüzünü bana dikmiş bakıyordu. Beni odanın ortasına bıraktılar ve çevremde bir halk oluşturdular. İnsan sesinden çok, acı çeken bir hayvanın sesine benzeyen bir sesle konuşmaya başladılar.

Söylediklerinden bir şey anlamıyordum, hepsi bir anda sustu ve diz çöktüler. Yaratıkların arasından başında parlak taşlar olan bir yaratığın bana yaklaştığını fark ettim. Önce uzun uzun yüzümü inceledi, sonra soğuk eliyle saçımı okşamaya başladı. Sonra uzun tırnaklı elleri göğsümün üzerinde durdu, tırnaklarını sertçe göğsüme bastırdı, derin bir çizik attı, acı içinde çığlık attım ve elini itmeye çalıştım. Çok güçlüydü… 

Günlerdir karanlık bir hücrenin içerisindeyim. Bana sundukları böcekler ve solucanlarla beslenip hayatta kalıyorum. Tabii, buna ‘hayat’ denirse. Her gün yanıma gelip tuhaf sözcükler söylüyorlar. Bu cebimden ayırmadığım not defteri ve tükenmez kalem, insanlıkla olan tek bağım oldu. Başıma daha ne gelecek, bilmiyorum, ama bunları yazmak bana bir zamanlar insan olduğumu hatırlatıyor. 

Her gün kafamda söyledikleri sözcükler yankılanıyor. İşin korkuncu, bu sabah uyandığımda, bu sözcükleri ben de tekrar ediyordum. İçimde bir şeyler değişiyor, kendimi öldürmeyi göze alamıyorum. Yazmak… Tek yapabildiğim bu. Belki de bunları kimse okumayacak. Kahretsin! Kalemim bitiyor… Sesleri yaklaşıyor… Fosforlu yüzlerini mağaranın girişinde görebiliyorum. Yavaş, çok yavaş bir kahkaha atıyorlar sanki. Ellerinde beyaz bir çamur var. Yaklaşıyorlar. Allah’ım sen beni… 

Not defterindeki yazı Tam burada son buluyor.

BU İÇERİĞİ NE KADAR BEĞENDİNİZ?

Puanlamak için bir yıldıza tıklayın!

Ortalama değerlendirme 5 / 5. Oy sayımı: 3

Şu ana kadar oy yok! Bu gönderiye ilk oy veren siz olun.

FacebookTwitterPinterestRedditTumblrLinkedInWordPressBloggerFlipboardBufferMastodonSina WeiboWhatsAppLineTelegramMessengerSkypeViberWeChatMessageDiggGmailEmailCopy LinkShare
Keşfet

ParanormalHaber sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et

ParanormalHaber sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et

Exit mobile version