Yerli Korku Hikayesi: Cin Kabilesi Musallatı

Banyoda kahkaha sesleri de duymaya başlayınca, orada daha fazla durmayıp, sabah ezanını beklemem gerektiğini fark ettim. Aşağıya indim. Sedef, Defne ve annesinin sesleri kesilmiş gibiydi. Kapılarını açmaya çekindim. İki defa tıklattım. Herhangi bir ses gelmemişti. Salona gittim baktım, bahçeye baktım. Her yer sakindi. O sırada gözlerim Sedef’in odasında olduğu yere takıldı.

Sedef yine penceredeydi. Bana düşmanca, kinci bir şekilde bakıyordu. Camlara yine vurdu. Bu sefer farklıydı. O cama vurdukça sanki beynime cam kırıkları saplanıyordu. Alelacele eve girdim. Sedef’in odasına çıktım. Annesini ve Defne’yi bir köşeye fırlatmış, karşımda dikiliyordu. İbranice “Rabbin seni terk etti.” diyordu. Kahkaha atarak bunu söylüyordu. 

Ardı ardına Felak Nas surelerini okuyup okudukça tokat atıyordum. Ben vurdukça biraz daha güç kaybediyor, biraz daha güçsüz kalıyordu . Nihayetinde bitkin düşmüştü. Onu baygın halde tekrar alt kata indirdim. Annesi ile ablasına bu işin artık çığırından çıktığını söyledim.”Deccur’u öldürmeliyiz.” dedim. Ama ondan önce haritadaki işaretli yerleri tekrar kazmak gerekmekteydi.

Annesine haritayı gösterip 126, 226 ve 326 noktalı yerlerin nerede bulunduğunu sordum. 126 numaralı nokta evin bahçesindeki kuyuyu gösteriyordu. 226 numara sahildeki büyük kayanın dibiydi. 326 numara ise ormanda bir noktaydı ve en zoru da buydu. “Sabah olana dek Deccur evde olacak. Gücünü toplar ve Sedef’i tekrar rahatsız ederse kullandığım merhemi koklatın. Sedef bayılacaktır.” dedim.

Defne kardeşinin yanında kalırken ben annesiyle kuyu tarafına gittim. Bu kuyunun yıllar önce kapatıldığını, artık buradan su çıkmadığını söyledi. “Yine de bakmakta fayda var.” dedim ve bir halatla  kuyunun dibine doğru inmeye başladı. Çok derin bir kuyu değildi zaten. Nihayetinde zemine inmiştim. Kuyunun dibinde çok kötü, tarifsiz derecede kötü bir koku hakimdi. Zeminde beyaz bir kefen bezine sarılmış yumurtalar vardı.

Yumurtalar uzun süre önce çürümüşlerdi ve hepsi birbirinden farklıydı. Farklı hayvanlardan toplanmış yumurtalardı bunlar. Üzerlerinde İbrahim dilinde yazılmış “Zemcin” yani “Uyan cin” yazıyordu. Numaralı yerlerin hepsinden büyüsel bir materyal çıkıyordu. Bütün yumurtalarda aynı yazı vardı. Ayşe hanımın sarkıttığı sepete yumurtaları ve kefen bezini de koyup, yukarıya tırmandım.

Ayşe hanım ağlamaktan bir hal olmuştu. “Kim hoca kim? Kızıma bunu yapan kim?!” diye ağlıyordu. “Öğreneceğiz. Şafak söküyor. Sabah ezanı birazdan okunur. Siz gidip ailece güzel bir uyku çekersiniz ben de sahildeki kayanın dibine ve ormandaki alana giderim.” dedim. Tamam, der gibi başını salladı. Verdiğim yumurtaları, Sedef’in odasında bulunan insan şekilde kesilmiş kağıdının yanına bırakmalarını söyledim.

Hepsini bir arada iken yok edecektim. Anneleri ağır eve gidiyordu. Ben de sahildeki büyük kayaya doğru yürüdüm. Bu kaya büyük ihtimalle dilek ağacı gibi kullanılan bir şeydi sanırım. Etrafında farklı farklı ve renkli ipler vardı. Sorun teşkil eden bir şey yok gibiydi. Üzerinde çok masum istekler vardı. Bisiklet yazanlar, atari yazanlar, ayakkabı yazanlar… Haritaya bakıp, kayanın dibindeki yosunlu bölgeyi kazmaya başladım.

Uzun bir süre kazdım fakat herhangi bir şey çıkmamıştı. O sırada gözüm kayaya kazanmış 226 sayısına ve önünde salınıp duran anahtara takıldı. Demek kazmak değil daha dikkatli bakmak gerekiyormuş. Anahtarı aldım. Fakat bu anahtar neye yarayacaktı? Eski bir anahtardı. Belli ki ne işe yarayacağı 326. noktada belli olacaktı.

Sahilden eve gidip kahvaltı etmeye karar verdim. Kahvaltıdan sonra ormana gitmeyi planlıyordum. Hızlıca eve gittim. Herkes kahvaltıya oturmuştu. Sedef gece boyunca yaşadıklarını hatırlamıyor gibiydi. O an günlerdir eve hiç kimsenin uğramamış olduğu aklıma  geldi. Buralarda komşuluk ilişkileri pek yok herhalde dedim sofrada. Kimse cevap vermedi. Sedef söze girdi sonra; “Evet, buranın insanı biraz gariptir.” dedi.

Gülümsedim ve daha iyi olup olmadığını sordum. En azından gündüzleri daha iyi olduğunu, şerlinin artık onun eskisi kadar rahatsız etmediğini söylüyordu. Sevinmiştim. Aileden izin istedim. Ormana gittiğimi Defne ve Sedef bilmiyordu. Beldenin merkezine gidecekmiş bir hava verdim. O sırada annesi bunu ciddiye almış olacak ki yanıma geldi. “Biz bu beldede kimseyle konuşmayız. Siz de görünmeden halledin işlerinizi.” dedi. 

Nedenini anlamadığım, tuhaf bir çıkış yapmıştı. Olur, dercesine başımı salladım ve ormana doğru yürüdüm. Sonuçta burada misafirdim ve dediklerini yapmam gerekirdi. Ormanda yürürken gözüm uzaktaki bir çınar ağacının dibine takıldı. Ağacın dibinde üç tane uzun, boylu, siyah örtülü şey ağaca bakıyorlardı. Ademoğlunun bulunduğu her yerde cin vardır. Şah Süleyman Hazretlerine göre geceleri üç kabile cin ile birlikte uyuruz.

Böylesi büyük bir ormanda cinlerin egemenlik sürmemesi hayali bir yaklaşım olurdu.  Onlar hareketsizce ağaca bakarlarken ben de onları izliyordum. Bana doğru döndüler. O gün odamda, aynada gördüğüm şerlilerdi onlar. Ormanda siyah çarşafları, selvi gibi uzun boylarıyla dolaşıyorlardı. Elleriyle bana ağacı işaret ettiler ve ormanın derinliklerine doğru yürüdüler. 

Onlarla birlikte sanki bu ormandaki bütün kargalar, bütün yırtıcı kuşlar da göç ediyor, onları takip ediyordu. Yavaşça bulundukları ağacın yanına gittim. Bu sefer işim çok kolaydı. Ağaç kovuğunun dibinde küçük bir sandık vardı. Elimdeki anahtarla o sandığı açmam gerekiyordu. Sandığın kapağını kaldırmamla içinin boş olduğunu gördüm. Yine elimiz boş kalmıştı yine bir sonuç alamamıştık. 

Keşfet