Uyku Duvarının Ötesinde
H. P. Lovecraft, Uyku Duvarının Ötesinde, 3
Joe Slater’ın çılgın ve fantastik görüşlerine karşı yavaş yavaş karşı konulmaz bir merak duymaya başladım. Adam, kafa yapısı ve dil bakımından acınacak derecede geriydi. Ama tutarlı bir bütünlükten yoksun, kaba bir ağızla betimlenen, parıltılı, görkemli hayallerini ancak üstün hatta olağanüstü bir beynin tasarlayabileceğine kuşku yoktu. Yoz bir Catskill’linin duygularını belli etmeyen imgeleminin, varlığı bile gizli bir deha kıvılcımına işaret eden böylesi hayalleri nasıl tasarlayabildiğini birçok defa kendi kendime sordum. Cahil ve mankafa herhangi biri, Slater’ın çılgınca sayıklamaları sırasında ağzından dökülen olağanüstü parlak ülkeler ve uzay hakkında nasıl fikir sahibi olurdu? Karşımdaki korkudan sinmiş zavallıda, benim anlayış sınırlarımı aşan, daha deneyimli olmakla birlikte hayal güçleri çok daha sınırlı olan doktor ve bilim adamı melektaşlarımın anlayış sınırlarınınsa çok ama çok ötesinde bir şeylerin düzensiz çekirdeğinin yatmakta olduğuna giderek daha çok inanmaya başladım.
Yine de bu adamdan kesin bilgiler öğrenemedim. Araştırmalarımın sonunda elde edebildiğim tüm bilgi Slater’ın, bir tür yarı maddi düş yaşamında, insanoğlunun bilmediği hudutsuz bir bölgede; göz alıcı, çok geniş vadilerde, çayırlarda, bahçelerde, kentlerde ve ışık saraylarında dolaştığı ya da yüzdüğünden; orada bir köylü ya da yozlaşmış biri değil de; renkli bir hayatı olan, gururlu, nüfuzlu, önemli bir yaratık olduğundan; sadece, görünür olmakla birlikte elle tutulamaz bir yapıda olan -ve Slater ona adam değil de şey dediğine göre insan biçiminde olmayan- ölümcül bir düşman tarafından denetlendiğinden ibaretti. Bu şey Slater’a adı söylenmeyen bir kötülük yapmıştı ve deli (deli miydi gerçekten?) öç almaya can atıyordu.
Slater’ın, ilişkilerinden söz ediş tarzından, Slater’la parlak şeyin eşit koşullarda karşılaştığı; düş yaşamında, düşmanıyla aynı türden parlak bir varlığa sahip olduğu sonucunu çıkardım. Sık sık, uzayda uçtuğunu ve ilerlemesini engelleyen her şeyi yaktığını söylemesi, bu izlenimimi destekliyordu. Ancak bütün bunlar, onları ifade etmeye hiç de yeterli olmayan kaba saba sözcüklerle dile getiriliyordu. Bu durum, eğer bir düş dünyası varsa, sözlü dilin bu dünyanın aktarılmasına yetmediği sonucunu çıkarmama yol açtı. Bu aşağılık bedende ikamet eden düş ruhu, kalın kafalılığın basit ve kısıtlı dilinin ifade edemediği şeyleri umutsuzca söylemeye çalışıyor olabilir miydi? Ancak keşfetmeyi ve okumayı öğrenebilmem durumunda, bu gizemi açıklayabilecek akli çıkarımlarla karşı karşıya olabilir miydim? Orta yaşta insanların kuşkucu, kinik ve yeni şeyleri kabul etmemeye eğilimli olmaları yüzünden, daha yaşlı hekimlere bu şeylerden söz etmedim. Zaten, enstitü başkanı daha geçenlerde fazla çalıştığım ve kafa dinlendirmeye ihtiyacım olduğu konusunda beni her zamanki babacan tavrıyla uyarmıştı.
Uzun zamandan beri, insan düşüncesinin temelde, esir dalgalarına veya ısı, ışık ve elektrik gibi yayman enerjiye dönüşebilen atomik veya moleküler bir hareket olduğuna inanmaktaydım. Bu inanç, telepati ya da uygun bir aygıt aracılığıyla zihinsel iletişimin olabilirliği üzerinde beni düşünmeye yöneltmiş ve üniversite yıllarımda, radyonun icadından önceki dönemde kullanılan hantal telsiz cihazlarını andırır bir dizi alıcı-verici cihaz hazırlamıştım. Bu cihazları bir öğrenci arkadaşımla denemiş ama bir sonuç elde edemediğimden, ileride kullanılmak üzere diğer bilimsel ıvır zıvırla birlikte paketleyip bir kenara kaldırmıştım.
Şimdi, Joe Slater’ın düş yaşamını araştırmayı şiddetle arzuladığımdan, bu aygıtları yeniden arayıp buldum ve çalışır duruma getirmek için günlerce uğraşıp onardım. Yeniden kullanıma hazır hale geldiklerinde, onları denemek için hiçbir fırsatı kaçırmadım. Slater’ın kriz nöbeti geçirdiği anlarda, vericiyi onun alnına, alıcıyı da kendiminkine bağlayarak, zihinsel enerjinin çeşitli varsayımsal dalgalarına karşı sürekli hassas ayarlar yaptım. Slater’ın düşüncelerinin, başarıyla iletilebilecek olurlarsa, beynimde nasıl bir karşılık yaratacakları hususunda pek fikrim olmasa da onları saptayıp yorumlayabileceğimden emindim. Böylece, ne tür deneyler yaptığımdan hiç kimseye söz etmemekle birlikte deneylerime devam ettim.
Tarih, yirmi bir Şubat 1901 idi o şey olduğunda. Şimdi uzun yılların ardından dönüp geriye baktığımda, ne kadar gerçek dışı göründüğünü anlıyor ve bazen, yaşlı Doktor Fenton, tüm bunları aşırı uyarılmış hayalime verirken yoksa haklı mıydı diye düşünüyorum. Kendisine anlattığımda beni büyük bir kibarlık ve sabırla dinlediğini anımsıyorum. Ardından bana sinir yatıştırıcı birtakım tozlar vermiş ve ertesi hafta çıktığım bir yarı yıl tatili ayarlamıştı.