Uyku Duvarının Ötesinde

Howard Phillips Lovecraft‘ın (H. P. LovecraftUyku Duvarının Ötesinde isimli fantastik hikayesinin tamamını buradan okuyabilirsiniz:

H. P. Lovecraft, Uyku Duvarının Ötesinde, 1

İnsanların çoğunluğunun zaman zaman durup düşlerin muazzam önemi ve onların ait olduğu karanlık dünya üzerine düşünüp düşünmediklerini sık sık merak etmişimdir. Geceleri gördüğümüz görüntülerin büyük çoğunluğu uyanıkken yaşadığımız deneyimlerle ilgili gerçeklikten uzak, belirsiz düşünceler olabilir -çocukça simgeciliğiyle Freud buna karşı çıkmaktadır- yine de kavranılamaz ve olağandışı niteliği sıradan yorumlarla açıklanamayan, heyecanlandırıp rahatsız eden etkisi, fiziksel yaşamdan hiç de daha az önemli olmayan ama bu yaşamdan aşılmaz bir engelle ayrılmış olan ruhsal varlık alanından anlık görüntüler olduklarını düşündüren çok sayıda düş kalıyor geriye. 

Ben kendi deneyimlerime dayanarak, o adamın dünyevi bilincini yitirdiğinde, daha sonra uyandığında önemsiz, kopuk kopuk şeyler anımsadığı, maddi olmayan ve bizim bildiğimiz hayattan tamamen farklı nitelikte bir dünyada konuk olduğundan hiç kuşku duymuyorum. Bu bulanık ve bölük pörçük anılardan pek bir şey kanıtlayamassak da önemli sonuçlar çıkarabiliriz. Düş yaşamında madde ve ruhun, dünyada bilindiği gibi mutlak surette sabit olmadığını; zaman ve mekânın uyanıkken anladığımız anlamda var olmadığını kestirebiliriz. Bazen daha az maddi olan bu yaşamın bizim asli yaşamımız olduğuna ve yeryüzü küresi üzerindeki değersiz varoluşumuzun ikincil ya da sadece varlığı dolaylı kanıtlardan çıkarılan bir olgu olduğuna inanıyorum.

Stajyer olarak çalıştığım ruh sağlığı kurumuna, 19001 – 901 kışının bir öğleden sonrasında, vakası o zamandan beri hiç aklımdan çıkmayan bir adam getirildiğinde daldığım bu tür düşüncelerle dolu düşlerden uyandım. Kayıtlara göre adı Joe Slater ya da Slaader idi. Tipik bir Catskill Mountain’lıya benziyordu. Şans eseri daha kalabalık yörelere yerleşmiş kardeşleri gibi ilerlemek yerine, kuş uçmaz kervan geçmez dağlık bir yörede neredeyse 300 yıldır sürdürdükleri tecrit yaşamı nedeniyle, bir tür vahşi yozlaşmaya uğramış ilkel Koloni köylülüğünün şu tuhaf, itici evlatlarından biriydi. Güney’deki “beyaz süprüntü”lerin yoz temsilcilerine karşılık gelen bu acayip halk, hak hukuk nedir bilmezdi ve muhtemelen kafaca Amerika’nın diğer bölgelerindeki tüm halkların gerisindeydi.

Dört polisin gözetiminde kuruma gelen ve oldukça tehlikeli biri olarak, nitelenen Joe Slater, kendisini ilk gördüğümde hiç de tehlikeli birine benzemiyordu. Gerçi boyu ortalamanın hayli üzerindeydi ve kaslı bir yapısı vardı ama küçük, sulu gözlerinin solgun, uykulu maviliği, tıraş yüzü görmemiş, bakımsız sarı sakallarının seyrekliği ve kayıtsızca sarkan etli alt dudağı ona aptalca ve zararsız bir görünüm veriyordu. Yaşı bilinmiyordu. Çünkü bu tür insanların ne aile kayıtları ne de sürekli aile bağları vardır. Başhekim, alnı açılmış saçına, çürük dişlerine bakarak Slater’ın kırk yaşlarında olduğunu kayda geçirdi.

Onunla ilgili her şeyi hastane ve adliye kayıtlarından öğrendik. Avcı, tuzakçı ve başıboş gezen bu adam, ilkel arkadaşlarının gözünde her zaman tuhaf biriydi. Geceleri bildik zamanların dışında uyumak alışkanlığındaydı. Uyandığında hayal gücünden yoksun ayaktakımının yüreklerinde korku uyandırmak ister gibi acayip bir şekilde, bilinmedik şeylerden söz ederdi. Öyle alışılmadık bir dilde konuşmazdı. Çünkü çevresinde konuşulan bozuk lehçeden başka bir dil bilmiyordu. Bununla beraber ses tonu öylesine gizemli ve vahşiydi ki dinleyenleri bir korku alıyordu. Kendisi de genellikle dinleyicileri kadar dehşete düşer ve şaşkınlık gösterirdi. Uyandıktan sonra bir saat içinde, tüm söylediklerini ya da en azından, yaptığını söylediği şeylerin nedenlerini unutur, diğer dağlılarınkinden farklı olmayan, her zamanki handiyse sevimli vurdumduymazlığına geri dönerdi.

Slater yaşlandıkça, öyle anlaşılıyor ki sabahları yakalandığı çılgınlık nöbetlerinin sayısı ve şiddeti gitgide artarak hastaneye getirilmesinden bir ay önce yetkililerce tutuklanmasıyla sonuçlanan sarsıcı trajediye kadar varmıştı. Bir gün öğlene doğru, bir önceki gün saat beş sıralarında başladığı viski aleminden sonra daldığı derin uykudan, kendisi kadar anlatılmaz ailesiyle birlikte yaşadığı domuz ahırı gibi pis kulübeye komşularından birkaçının koşup gelmelerine sebep olan korkunç ve dünyevi olmaktan uzak haykırışlarla uyandı. Dışarıya, karlara koşup, kollarını kaldırarak havalara sıçrarken, bir yandan da ne pahasına olursa olsun “uzaklardan yüksek sesli garip bir müziğin işitildiği, çatısı, duvarları ve zemini pırıl pırıl yanan büyük, büyük bir kulübe”ye gideceğini haykırıyordu avaz avaz. 

Orta yapılı iki kişi onu zapt etmeye çalışırken o “parıldayan, sallanan ve gülen bir şeyi” öldürmek istediğini haykırarak delice bir kuvvetle ve öfkeyle ellerinden kurtulmaya çalışıyordu. Sonunda, kendini zapt etmeye çalışanlardan birini ani bir vuruşla devirdikten sonra tam bir kana susamışlıkla kendinden geçerek diğer adamın üzerine atıldı+ Bu arada da “havalara sıçrayacağını ve onu durdurmaya çalışacak her şeyi yakıp yıkacağını” haykırıyordu çılgınlar gibi. Ailesi ve komşuları o zaman korkuyla kaçıştılar ve içlerinden daha yürekli olanları geri döndüğünde; Slater, ardında daha bir saat öncenin kanlı canlı insanından geriye tanınmaz durumda, lapa gibi şekilsiz bir şey bırakarak gitmişti. Dağ köylülerinden kimse takip etmeye kalkışmadı. Slater’ın soğuktan donup ölmesi herhalde herkesi memnun ederdi.

Keşfet