Skip to content

Tazı

H. P. Lovecraft, Tazı, 3

Ama şimdi geceleri sık sık sadece kapıyı değil, alt kat ve üst kat pencerelerini de yoklayan bir şey tarafından rahatsız ediliyorduk. Bir seferinde, ay ışığında, kütüphane penceresine büyük, mat bir cismin karaltısının düştüğünü görür gibi olduk. Bir başka sefer de çok uzaklardan gelmeyen bir vızıltı, ya da kanat sesi duyduğumuzu sandık. Her iki durumda da yaptığımız araştırmalar boşa çıktı ve bu olguları, Hollanda’daki kilise avlusunda duyduğumuzu sandığımız, uzaklardan gelen hafif havlama seslerinin kulaklarımızda hâlâ yankılanan hayaline verdik. Yeşim tılsım, şimdi müzemizdeki bir kovukta yatıyordu. Önünde bazen tuhaf kokulu bir mum yakıyorduk. Bu şeyin özellikleri üzerine ve simgelediği nesnelerle hayaletlerin ruhu arasındaki ilişkiler üzerine Necronomicon’da çok şey okumuştuk ve okuduğumuz şeyler aklımızı karıştırmıştı.

Sonra, dehşet çıkageldi…

1919- yılının 24 Eylül gecesi, odamın kapısının vurulduğunu duydum. Kapıdakinin St. John olduğu düşüncesiyle, içeri girmesi için seslendim ama yanıt tiz bir gülüş oldu. Koridorda kimseler yoktu. St. John’u uykusundan uyandırdığımda, olaydan hiç haberdar olmadığını söyledi ve en az benim kadar endişeye kapıldı. O gece, kırsal alanın ötesinden gelen uzak ve hafif havlama sesleri bizim için kesin ve korkunç bir gerçeğe dönüştü.

Dört gün sonra, ikimiz de gizli müzemizdeyken, gizli kütüphanenin merdivenlerine açılan tek kanatlı kapıdan, sakınımlı, hafif tırmalama sesleri geldi. Şimdi, iki ayrı şeyden korkuyorduk. Bilinmeyenden duyduğumuz korkunun yanı sıra her zaman duyduğumuz tüyler ürpertici koleksiyonumuzun açığa çıkması korkusu. Bütün ışıklan söndürdük. Kapıya doğru gidip ansızın iterek ardına kadar açtık. Açıklayamadığımız bir hava cereyanı hissettik ve uzaklaşmakta olan hışırtı, kıkırdama ve anlaşılır sözler karışımı sesler duyduk. İster deli, ister düş görüyor isterse aklımız başımızda olsun, bunu belirlemeye kalkışmadık. Yalnızca, cisimden kurtulmuşluğu su götürmez bu konuşmanın kesinlikle Hollanda dilinde olduğunu çok derin bir kaygıyla fark ettik.

Bundan sonra, duyduğumuz dehşet ve büyülenme duygusu her geçen gün arttı. Çoğu kez, yaşadığımız doğaüstü heyecanlar sonucu ikimizin de delirmekte olduğumuz kuramını benimsiyorduk. Bazen de sinsice yaklaşan korkunç bir felaketin kurbanları olarak kendimizi dramatize etmek hoşumuza gidiyordu. Tuhaf tezahürler artık sayılamayacak kadar çoğalmıştı. Issız evimiz şimdi, niteliğini kestiremediğimiz kötü niyetli bir yaratığın varlığıyla sanki canlanmıştı. Şeytani nitelikteki havlama sesi rüzgarlara açık kırsal alanda her gece daha güçlü bir şekilde duyuluyordu. 29 Ekimde kütüphane penceresinin altındaki yumuşak toprağın üzerinde betimlemesi olanaksız birtakım ayak izleri bulduk. Bu izler, eski konağı daha önce misli görülmemiş derecede ve giderek artan sayıda istila eden dev yarasa sürüsü kadar şaşırtıcıydı.

18 Kasım gecesi, dehşet doruğuna ulaştı. Karanlık bastırdıktan sonra ürkütücü demiryolu istasyonundan eve doğru yürümekte olan St. John, etobur bir şey tarafından yakalanıp paramparça edildi. St. John’un çığlıkları e ve kadar ulaşıyordu. Alelacele korkunç sahnenin cereyan ettiği yere koştum. Çırpılan kanat seslerini duyacak, ay ışığında belli belirsiz karanlık bir şeyin siluetini görecek kadar zamanım oldu.Kendisiyle konuşmaya çalıştığımda, dostum ölmek üzereydi. Sorularıma tutarlı yanıtlar veremiyordu. Bütün yapabildiği, fısıltıyla, “Tılsım… O lanet olası şey…” demek oldu. Sonra, paramparça bir et yığını gibi hareketsiz kaldı.

Ertesi gün onu bakımsız bahçelerimizden birine gömdüm ve başucunda, anlaşılmaz mırıltılarla, hayattayken sevdiği şeytani ayinlerden birini yaptım. Kötü ruhlarla ilgili sözlerin sonuncusu ağzımdan çıkarken dev bir köpeğin kırların ötelerinden gelen hafif havlama sesini duydum. Ay gökte yükselmişti ama bakma cesaretini gösteremedim. Alacakaranlık kırda, hatları belirsiz kocaman bir gölgenin tepeden tepeye atılarak ilerlediğini gördüğümde, gözlerimi sıkı sıkıya yumarak kendimi yere attım. Tir tir titreyerek ayağa kalktığımda, aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordum. Sendeleye sendeleye eve gittim ve duvardaki bir oyuğa yerleştirilmiş yeşil yeşim taşı tılsımın önünde korku ve saygıyla diz çöktüm.

Kırdaki eski konakta artık tek başıma yaşamaya cesaret edemediğimden, müzedeki küfür niteliğindeki koleksiyonu yakıp, geriye kalanları gömdükten sonra, tılsımı yanıma alarak Londra’ya hareket ettim. Ama üç gece sonra, yeniden havlamaları duydum. Bir hafta sona ermeden ne zaman karanlık bassa, tuhaf gözlerin üzerime dikildiğini hissetmeye başladım. Bir gece hava alma ihtiyacıyla Victoria Rıhtımı’nda ağır adımlarla dolaşırken, karanlık bir şeklin, sokak lambalarından birinin sudaki yansısını kararttığını fark ettim. Gece yelinden daha güçlü bir rüzgar esti ve St.John’un başına gelen şeyin çok yakında mutlaka benim de başıma geleceğini anladım.

Pages: 1 2 3 4

Soru sor, cevap yaz, yorum yap, kendi hikayeni anlat... Burası senin; istediğini yazabilirsin.