Tazı

29
0
(0)

H. P. Lovecraft, Tazı, 2

Bıkıp usanmadan alışılmadık sahnelerin, etkileyici durumların peşine düşmüştük. St. John her zaman önderdi. En azından, mahvımıza yol açan kahrolası, bu rezil yere bizi getiren oydu. Hangi kötü kader, bizi bu Hollanda kilisesinin avlusuna çekmişti? Sanırım, buraya geliş nedenimiz, 500 yıl önce gömülmüş, kendisi de zamanında bir mezar soyguncusu olan ve kudretli bir mezardan güçlü bir şey çalmış birisi hakkındaki esrarengiz söylentilerdi. Bu son anlardaki sahneyi anımsıyorum. 

Mezarların üzerinde yükselmiş olan ve tüyler ürpertici, uzun gölgeler düşüren solgun güz ayı, bakımsız çimenlerin ve çürümekte olan kerestelerin üzerine eğilen kasvetli, garip ağaçlar, Ay’a doğru uçuşan devasa yarasaların kalabalık sürüsü, kül rengi göğe doğru bir hayalet gibi yükselen duvarları sarmaşık kaplı antik kilise, uzak bir köşede porsuk ağaçları altında ölüm ateşleri gibi dans eden ışıltılı böcekler, uzak bataklıklardan ve denizden esen gece rüzgârıyla karışmış, yosun, bitki kokuları ve ne olduğu pek anlaşılmayan daha başka kokular… Ve en kötüsü ne görebildiğimiz ne de yerini saptayabildiğimiz dev bir köpeğin ancak işitilebilen, pes sesli havlamaları. Havlama sesini akla getiren bu sesleri işitince, köylülerin anlattığı öyküleri anımsayarak korkudan titredik. Çünkü, aradığımız kişi 500 yıl önce tam da bu yerde, tarifsiz bir canavarın pençe ve dişleriyle parça parça olmuştu.

Mezar soyguncusunun mezarını bellerimizle nasıl kazdığımızı, bizim de parçası olduğumuz resimden, mezardan, gökyüzünden bizi gözetleyen solgun Ay’dan, dehşet verici gölgelerden, acayip görünüşlü ağaçlardan, dev yarasalardan, antik kiliseden, dans eden ölüm ateşlerinden, mide bulandırıcı kokulardan, hafif hafif inildeyen gece rüzgârından ve varlığından pek emin olamadığımız, yönünü tam olarak kestiremediğimiz, kulağımıza şöyle böyle çalınan havlama seslerinden nasıl ölesiye korktuğumuzu anımsıyorum.

Sonra ıslak topraktan daha sert bir şeyle karşılaştık ve uzun süre el değmemiş topraktan dökülen kayaçlarla kabuk bağlamış, dikdörtgen biçimi çürük bir sandık gördük. İnanılmaz derecede dayanıklı ve kalındı. Ama o kadar eskiydi ki sonunda bir manivelayla açmayı başardık ve içindekileri doya doya seyrettik. Aradan 500 yıl geçmiş olmasına karşın, sandığın içinde çok, şaşılacak kadar çok şey kalmıştı. Kendisini öldüren şeyin dişlerinin parçaladığı yerler dışında iskelet şaşılacak kadar sağlam durumdaydı. Pırıl pırıl yanan bembeyaz kafatasına, uzun, inci gibi dişlerine ve bir zamanlar bizimkiler gibi ölümcül heyecanlarla parlamış olan gözlerden yoksun çukurlara şeytanca bir zevk duyarak baktık. 

Tabutun içinde yatmakta olan kişinin bir zamanlar boynuna takıyor olması gereken, acayip, egzotik bir tılsım vardı. Çömelmiş bir kanatlı köpek ya da köpek suratlı bir sfenksin tuhaf bir şekilde stilize figürüydü. Küçük yeşil bir yeşim parçası antik oryantal tarzda ustalıkla oyularak yapılmıştı. Son derece tiksindirici hatlara sahipti. İnsanın aklına anında ölüm, vahşet ve kötülük düşüncelerini getiriyordu. Ayaklarına yakın bir yerine ne St.John’un ne de benim tanıyabildiğimiz harflerle bir yazı yazılıydı. Tabanındaysa yapımcısının damgası gibi acayip ve korkunç bir kurukafa oyulmuştu.

Bu tılsımı görür görmez ona sahip olmamız gerektiğini anladık. Asırlık mezardan elde ettiğimiz tek akla uygun vurgundu. Tanımadığımız hatlara sahip olsaydı bile ona sahip olmayı isterdik. Daha yakından bakınca, hiç de öyle tanımadığımız hatlara sahip bir nesne olmadığını gördük. Akıl ve ruh sağlığı yerinde tüm okuyucuların bildiği sanatlara ve edebiyata tamamen yabancı olduğu doğruydu. Deli Arap Abdul Alhazred’in yasak Necronomicon’unda sözü edilen bir şey olduğunu tanımıştık. Bu nesne, Orta Asya’nın erişilmez Leng yaylasının ceset yiyen mezhebinin iğrenç ruh sembolüydü. Eski Arap demonologunun betimlediği uğursuz hatları kolaycacık seçmiştik. Abdul Alhazred ölülere musallat olup, onları kemirenlerin bazı karanlık, doğaüstü tezahürlerden hareketle resmetmişti bu şeyi.

Yeşil yeşim taşından yapılmış nesneyi alıp, sahibinin ağarmış kemiklerine ve derin bir kuyuyu andıran gözlerinin bulunduğu kafatasına son bir defa baktıktan sonra mezarı kapatıp, eski haline getirdik. Çaldığımız tılsım St. John’un cebinde, bu iğrenç yerden aceleyle uzaklaşırken bize öyle geldi ki yarasalar, lanetli ve kutsallıktan uzak bir besin arıyorlarmış gibi son zamanlarda soyduğumuz bir mezarın üzerine konmuşlardı. Ama güz ayının ışıkları o kadar zayıf ve solgundu ki bundan pek emin olamadık.

Ertesi gün Hollanda’dan ayrılıp evimize doğru yelken açarken de dev bir köpeğin uzaklardan gelen zor duyulur havlama sesleri kulağımıza çalınır gibi oldu. Ama hüzün dolu güz rüzgârının bitkin iniltileri arasında bundan emin olamadık. İngiltere’ye dönüşümüzün üzerinden bir hafta geçmemişti ki tuhaf şeyler olmaya başladı. Kimselerin uğrak yeri olmayan, kasvetli bir kırsal arazideki eski konağın birkaç odasında tek başına, arkadaşsız, hizmetçisiz bir münzevi hayatı sürüyorduk.

BU İÇERİĞİ NE KADAR BEĞENDİNİZ?

Puanlamak için bir yıldıza tıklayın!

Ortalama değerlendirme 0 / 5. Oy sayımı: 0

Şu ana kadar oy yok! Bu gönderiye ilk oy veren siz olun.

Bu yazı sizin için yararlı olmadığı için üzgünüz!

Bu gönderiyi geliştirelim!

Bize bu yazıyı nasıl geliştirebileceğimizi söyleyin?

Keşfet

ParanormalHaber sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et

ParanormalHaber sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et