İçeriğe geç

Simyacı

H. P. Lovecraft, Simyacı, 4

Hayalet, ailem üzerinde dolaşan lanetten söz etti. Sonumun yakın olduğunu söyledi. Uzun uzun ihtiyar Mauvais’ye karşı atalarımın işlediği suçu anlattı. Charles Le Sorcier’nin intikamından şeytanca bir hazla dem vurdu. Genç Charles’ın gecenin karanlığına nasıl kaçtığını; yıllar sonra kontun varisi Godfrey’i, babasının katledildiği yaşa geldiğinde okla vurup öldürmek üzere nasıl geri döndüğünü; nasıl gizlice şatoya girdiğini, şu anda bütün bunları anlatan kendisinin kapının önünde dikildiği, o zamanlar bile ıssız olan bu yeraltı odasına, kimsenin haberi olmadan nasıl yerleştiğini; Godfrey’in oğlu Robert’ı bir tarlada yakalayıp nasıl zehir içirerek otuz iki yaşında ölüme terk ettiğini ve böylelikle öcünü almaya devam ederek laneti nasıl sürdürdüğünü anlattı. 

Tam bu noktada, karşımdaki adamın konuyu değiştirerek baba oğul iki büyücünün derin simya çalışmalarından ve özellikle Charles Le Sorcier’nin sonsuz hayat ve gençlik iksiri üzerine araştırmalarından söz etmeye başlaması yüzünden gizemin en önemli kısmının çözümü, yani Charles Le Sorcier öldükten sonra lanetin nasıl sürdüğünü tahmin etmek benim hayal gücüme kaldı. Bunları anlatırken duyduğu heyecan, başlangıçta içimi korkuyla dolduran bakışlarındaki kötülüğü silmiş gibiydi. 

Fakat birden gözlerindeki o şeytani ışık yeniden yandı. Ve altı yüzyıl önce Charles Le Sorcier’nin atam olan kontu öldürmesine benzer biçimde hayatıma son vermek arzusuyla küçük cam bir şişeyi, insanın kanını donduran yılan ıslığına benzer bir sesle havaya kaldırdı. Kendimi koruma içgüdüsüyle, şimdiye kadar beni hareketsiz bırakan büyüden kurtuldum ve sönmek üzere olan meşalemi hayatımı tehdit eden yaratığa doğru fırlattım. Esrarengiz adamın tüniği tutuşup olay yerini iğrenç bir ışıkla aydınlatırken, şişenin kimseye zarar veremeden, düşüp dehlizin taşları üzerinde kırıldığını duydum. 

Beni öldürmeye çalışan adamın korku dolu çığlıkları ve ve aciz tehditleri, iyice zayıflamış sinirlerime fazla geldi. Kendimden geçerek, ıslak ve yapış yapış zemine yüzüstü yığıldım. Kendime geldiğimde her yer korkunç bir karanlığa gömülmüştü. Olup bitenleri anımsayınca, etrafa göz atmak fikrini kafamdan uzaklaştırmaya çalıştım ama, merakım her şeye baskın çıktı. Kendi kendime bu iblisin kim olduğunu ve kale duvarlarından içeriye nasıl girdiğini soruyordum. 

Neden Michel Mauvais’nin ölümünün intikamını almanın peşindeydi ve Charles Le Sorcier’den bu yana geçen uzun yüzyıllar boyunca lanet nasıl gerçekleşmişti? Yılların korkusunu üzerimden atmıştım. Çünkü bu lanet yüzünden başımda dolaşan tehlikenin biraz önce öldürdüğüm adamdan kaynaklandığını ve artık özgür olduğumu biliyor; yüzyıllardır soyumun peşini bırakmayan, benim kendi gençliğimi bir karabasana çeviren bu bela hakkında daha çok şey öğrenmek için yanıp tutuşuyordum. 

Araştırmamı daha ileri götürmeye kararlı olduğumdan, elimi cebime sokup çakmak taşıyla çeliği çıkardım ve yanımda taşıdığım kullanılmamış meşaleyi yaktım. Yeni ışık, her şeyden önce, esrarengiz yabancının kararmış ve şekli bozulmuş bedenini açığa çıkardı. Korkunç gözler artık kapalıydı. Görüntüden duyduğum tiksintiyle başımı çevirerek Gotik kapının arkasındaki odaya girdim. Burası daha çok bir simyacının laboratuvarını andırıyordu. Bir köşede, meşalenin ışığı altında ışıl ışıl parıldayan, parlak sarı renkli çok büyük bir metal yığını duruyordu. 

Altın olabilirdi, ama başıma gelenlerden tuhaf bir şekilde etkilendiğim için, durup incelemedim. Odanın diğer ucunda, yamaçtaki karanlık ormanın vahşi dere yataklarından birine açılan bir delik vardı. Adamın şatoya nasıl girmiş olduğunu anlamış olmama karşın, hayretler içinde dönüş yolunu tuttum. Yabancıdan geriye kalanların yanından, başımı öte yana dönerek geçmek niyetindeydim. Fakat yaklaştığımda, tam olarak ölmemiş gibi zayıf bir ses çıkardığını duyar gibi oldum. Ağzım şaşkınlıktan bir karış açık, yerde yatan kömürleşmiş, büzüşmüş bedeni incelemek üzere döndüm.

Ve birden, kömürleşmiş yüzünden bile daha siyah, korkunç gözler tarif edemeyeceğim bir ifadeyle kocaman açıldı. Çatlamış dudakları tam olarak anlayamadığım bir şeyler söylemeye çalıştı. Bir an Charles Le Sorcier adı kulağıma çalınır gibi oldu ve yine bu çarpık ağızdan “yıllar” ve “lanet” sözcüklerini duyduğumu sandım. Bu birbirinden kopuk laflardan nasıl bir anlam çıkaracağımı bilemiyordum. Çaresiz rakibimin gözlerinde, anlatmaya çalıştığı şeyleri anlamayışım yüzünden o kötülük dolu ışık bir kez daha parlamaya başladı. Öyle ki onu seyrederken tir tir titredim.

Sefil yaratık, acınası başını son bir çabayla, ansızın ıslak taş zeminden kaldırdı. Sonra, ben korkudan felç olmuşken, o, son nefesinde, o günden beri gece gündüz aklımdan çıkmayan şu sözleri haykırdı: “Budala,” diye bağırdı, “Sırrımı anlamıyor musun? Tam altı yüzyıldır ailen üzerindeki korkunç laneti gerçekleştiren iradeyi tanıyacak kadar beynin yok mu? Sana sonsuz hayat iksirinden söz etmedim mi? Simyanın sırrının nasıl çözüldüğünü bilmiyor musun? Sana söyleyeyim, intikamımı sürdürmek için altı yüzyıl yaşayan benim! Ben! Ben! Çünkü ben, Charles Le Sorcier’yim.”

Google Haberler’de takip et

Sayfalar: 1 2 3 4

Soru sor, cevap yaz, yorum yap, kendi hikayeni anlat... Burası senin; istediğini yazabilirsin.