Şeytanı Racim, 19
“Oğlunuzu gördünüz mü bir daha?” dedim. “Gördüm oğlum. Gelinimle beraber geldiler.” Anlatmaya devam ediyordu… “Sen hiç cinlerim düğününü duydun mu oğlum?” dedi. “Hayır hocam. Anlatın.” dedim. “Anlatayım.” dedi. Hocam cinlerin düğünlerini anlatmaya başladı. “Oğlum iyi dinle! Nasihatlerime kulak ver. Ormanlık ve ıssız birtakım alanlardan toplu halde geçerler. Bazı bölgeler onların yolları üzerindedir. Düğünlerini de böyle yerlerde yaparlar. Eğer bir gün yalnızken böyle bir düğün alayı görürsen bir gariplik hissedersen bu düğün alayı fazla sessiz ise yüzlerinde garip bir ifade ve bir duygusuzluk var ise sakın ola bakma o tarafa! Kendi yolundan git. O alaya takılıp gitme.” dedi.
“Tamam hocam.” dedim. Ama bu telkinden sonra yalnız kalmaya korkuyordum ki halen yalnızken geceleri bir yere gitme konusunda çekincelerim olur; düğünlerini göreceğim diye. “İşte benim kendi oğlum da onların arasına katılmıştı. Her zaman tembih ederdim, bu konuda uyarırdım ama nefsine hakim olamayıp onlara bakmış ve oğlumu almışlar.” dedi. “Bu benim suçum. Onu yalnız yollamamalıydım. Lakin ben de onlardan, oğlumu almalarına karşılık, ‘gelinim’ dediğimi aldım.” dedi.
“Nerelere baktıysam da oğlumu bulamadım.” dedi. Ancak bu olayların üzerinden bir hayli zaman geçmişti: Bir gün güneş battıktan sonra, kendi kendime oturmuş, gaz lambasının ışığında düşünürken kapı çaldı. Açmamla hayrete düşmem bir oldu. Oğlum karşımda bana bakıyordu. Hem de hiçbir anormallik yoktu. Gözlerine baktım… Evet; bu yavrumun gözleriydi. Sarıldım ona ancak o bana sarılmıyordu. Aceleci bir tavrı vardı ‘Gitmem gerek baba.’ dedi sadece. ‘Dur!’ dedim. Aylardır hep bu anı beklemiştim. Hazırlıklıydım. Omuzlarından tutup, okumaya başladım. Birden oğlumun arkasından göründüler.” dedi.
Oğlumu alamadım ama onlardan da ben bir şey aldım. O gece ‘gelinim’ dediğimi aldım.” diyordu. “Peki, oğlunuz hala onlarla mı?” dedim. “Bilmiyorum oğlum ancak hislerim bana onlarla olduğunu, hala hayatta olduğunu söylüyor.” dedi. “Hocam, Atakan’ın durumu ne olacak?” dedim. “Önce mührü bozacağız. Eğer bozamazsak ilelebet rahat bırakmazlar.” dedi. “Nasıl bozacağız hocam?” dedim. “Bozacağız inşallah oğlum.” dedi ve gerekli malzemeleri söyledi.
Bu malzemelerin bir kısmı ormandan getirilecekti. “Ben giderim hocam. Toplar gelirim gerekli şeyleri.” dedim. Zaten sabah güneş ışığında bir şey olmaz diye düşünüyordum. “Hayır oğlum! Tek başına gitme. Beraber gidelim.” dedi. “Hocam yalnız gideyim. Zaten bugün çok yoruldunuz. Siz istirahat edin.” dedim. Atakan’a da “Gel sen de istersen. Hava alırsın, kendine gelirsin.” dedim. O şaşkınlığı üzerinden atmış olsa da yine de bir tuhaflık vardı ama kafasını sallayarak gelmek istediğini belirtti.
Her şeye rağmen onu da rahatlatmaya çalışıyordum. İhtiyacım vardı şu aşamada ona. Atakan’la beraber ormana, hocanın bize tarif ettiği şeyleri toplamaya gittik. Hoca, bizi ormana gitmeden evvel bazı hususlarda uyarmıştı. Bazı yazılardan ve bazı çizgilerden bahsetmişti. Eğer birtakım ağaçlarda Arap harflerine benzer şekilde yazılar görürsek derhal geri dönmemizi sıkı sıkı tembih etmişti.
Hocanın evinin arka tarafından girdik ormana doğru. Hocanın tarif ettiği şeyleri aramaya koyulduk. Zaten çok uzakta olmayacağını söylemişti. Bir taraftan yürüyor, bir taraftan da göz ucuyla Atakan’a bakıyordum. Yüzünü yere eğmiş, düşünceli bir şekilde yürüyordu. Bir müddet böyle yan yana yürüdük. İkimizden de çıt çıkmıyordu. Sadece kuş ve böcek sesleri vardı bu derin sessizliği bozan. İlerledikçe güneş ışığı azalıyor, ağaçların dalları her yeri kaplıyordu.
Elimi Atakan’ın omzuna vurdum. Hafiften gülümsedim “Ee bulabilecek miyiz hocanın istediklerini?” dedim. Amacım; yaptıklarından çok pişman olan bir adamı teselli etmekti. Yüzüme bakıp sahte bir gülümsemeyle “Buluruz be dostum.” dedi. Ben de hafiften gülümsedim ama nedendir bilinmez ona karşı içim yumuşamıyordu. Aksine onu her gördüğümde nefret duyuyordum. Biraz daha yürüdükten sonra hocanın tarif ettiği bölgeye geldiğimizi anladım. Zira yerde; İçisarı adındaki çiçekler vardı. Bu çiçeklerin ortasındaki kısmı istemişti hoca. Onlardan topladık.
Ancak işimiz henüz bitmemişti. Hocanın dediğine göre bu çiçeklerin yakınında, bu çiçeğe benzeyen mor renkli başka çiçekler de olacaktı. Biraz daha ileri gidip, bu çiçekleri aramaya koyulduk. Etrafa bakarak ağır ağır yürürken birden gözüm bir ağaca çarptı. Diğerlerinden çok farklıydı. Çok kalın bir gövdesi vardı ama dikkatimi çeken bu değildi. Üzerinde bir şekil vardı sanki. Yaklaştım ağacın yanına. Arapçaya benzer bir şeyler kazınmıştı üzerine. Ancak bıçakla değil. Sanki; o, ağaçta her zaman olan bir şeydi ya da biri ağacın içinden kazımıştı.
Çok ilginçti. Direkt aklıma hocanın nasihati geldi. Hemen geri dönecektim ancak arkama baktım Atakan yoktu! Sonra tekrar yazılı ağaç tarafına dönünce; Atakan’ın, ağacın diğer tarafına geçtiğini gördüm. “Atakan! Hadi gidelim buradan. Diğer çiçeği bulamadığımızı söyleriz.” dedim. Atakan, ayakta; ağacın diğer tarafında bir şeye bakıyordu. Tekrar seslendim “Atakan sana diyorum. Hadi birader gidelim!” dedim. Duymuyordu sanki beni. Hocanın söylediklerini bir an boş verip ben de yanına doğru gittim.
Yüzüne baktım. Hiçbir gariplik yoktu. “Ne oluyor birader? Nereye bakıyorsun?” dedim. “İşte; çiçekler orada.” dedi. Gösterdiği tarafa baktım. Gerçekten de hocanın tarif ettiği diğer çiçekler vardı. Yazıları filan unuttum. Sevindim bir an. “Hadi hemen toplayıp gidelim.” dedim. Topladık beraber lakin son çiçekleri de toplayıp hocanın evine dönecekken dikkatimi bir şey çekti… Tam karşı tarafımda duran ağaçta da birtakım yazılar vardı.
Kalkıp o ağaca doğru yürüdüm. Baktım; diğerinin aynısı yazıyordu. Bir hayli şaşırdım ama artık alışmıştım böyle tuhaf şeylere. Atakan’ı çağırdım yanıma “Birader, gel bir saniye buraya.” dedim. Geldi. “Şuna bak! Biraz önce de şuradaki ağaçta gördüm aynısını. Ne yazıyor?” dedim. Dikkatlice baktı. Yüzü sarardı birden! “Hemen gidelim buradan!” dedi. “Niye?” dedim. “Giderken açıklayacağım.” dedi. Hızlı adımlarla geldiğimiz yoldan tekrar geri gidiyorduk artık. “Birader konuşsana! Neydi anlamları bu ağaçlarda yazan şeylerin?” dedim. Anlatmaya başladı…
“Bunu mühürlü kitapta görmüştüm. Kardeşim, bu bir çeşit sınır.” dedi. “Nasıl yani? Ne sınırı?” dedim. “Onlarla ademoğulları arasında yapılmış bir anlaşma.” dedi. Sessizce dinliyordum. Bir taraftan da hızlı bir şekilde yürümeye devam ediyorduk. “İyi ki güneş ışığı altındayız.” dedi. “Niye?” dedim. “Emin ol, o kitapta bu sınırlar hakkında yazılanları duysan; değil geceleri bu ormana girmek, yanından dahi geçemezsin.” dedi. “Ne olur peki? Diyelim ki gece geldik, o yazılı ağaçların ortasına durduk…” dedim. “Sınırı ihlal etmiş olursun. Bu durumda senin vebalini onlar almaz. Her türlü işkenceye ve ıstıraba kendin davetiye çıkarmış olursun.” dedi.
Bu sözlerden sonra sustum. Sadece ilerliyorduk. Nihayet ormandan çıktık. Hocanın evine vardık. Kapıyı açınca hayli şaşırdım. Evde genç bir kız ve babası olduğunu tahmin ettiğim, orta yaşlarda, kasketli bir adam oturuyordu. Selam verip girdik içeri. Hoca bizim sağ salim döndüğümüzü görünce sevindi. Hiç oturmadan, direkt lafa girdim. “Hocam şimdi ne yapacağız?” dedim. “Şu an hiçbir şey yapmayacağız. Güneşin batmasını bekleyeceğiz. Daha sonra mührü bozmak için elimizden geleni yapacağız oğlum.” dedi.