Pickman’in Modeli
H. P. Lovecraft, Picman’in Modeli, 5
Nitekim, kısa sürede kendimi toparladım ve kolonyal New England’ı cehennemin bir tür uzantısına dönüştüren korkunç resimlere alıştım. Neyse, bütün bunlara rağmen bitişik oda avazım çıktığı kadar haykırmama yol açtı. Kapının kasasına sıkıca yapışmasaydım tepetaklak yuvarlanacaktım. Diğer oda atalarımızın dünyasında cirit atan bir sürü gulyabaniyi göstermişti. Ama bu oda dehşeti doğrudan günlük hayatımızın içine sokuyordu. Tanrım, nasıl resimler yapmıştı bu adam! ‘Metroda Kaza’ adlı bir çalışmada, bir sürü aşağılık yaratık bilinmeyen bir yeraltı mezarlığından Boylston Caddesi metrosunun zeminindeki bir çatlak yoluyla yukarı tırmanarak perondaki kalabalığa saldırıyordu.
Bir başka resim, geri planında bugüne ait görüntüler bulunan mezarlar arasında Copp’s Hill’de bir dansı gösteriyordu. Sonra, duvarlardaki delikler ve yarıklardan sürünerek içeri süzülen canavarlarla çok sayıda mahzen görüntüsü vardı. Canavarlar fıçıların ve fırınların arkasına çömelip, sırıtarak, merdivenden inecek ilk kurbanlarını bekliyorlardı. İnsanda iğrenme duyguları uyandıran bir tuval, Beacon Hill’den geniş bir kesiti betimler gibiydi. Karınca gibi kalabalık, pis kokulu bir canavar ordusu, toprağı delik deşik eden sayısız deliğe zorla girmeye çalışıyordu.
Çağdaş mezarlıklarda yapılan danslar bol bol resmedilmişti ve resimlerden birinin teması beni hepsinden fazla şoke etti: Çok sayıda canavarın, Boston kentine ait tanınmış bir gezi rehberini yüksek sesle okumakta olan birinin etrafında toplandığı bilinmeyen bir mahzeni betimleyen sahne. Canavarların hepsi belli bir geçidi işaret ediyordu. Yüzleri sara hastalığıyla ve çın çın öten kahkahalarla öyle çarpılmıştı ki şeytani yankılarını duyar gibi oldum. Resmin adı ‘Holmes, Lowell ve Longfellow, Auburn Dağı’nda Gömülüler!’ idi.
Biraz kendime gelir gibi olup, bu ikinci odanın hastalıklı, şeytani resimlerine alışınca, beni bunca iğrendiren bazı noktaları çözümlemeye giriştim. Birincisi, dedim kendi kendime, bu şeyler Pickman’in son derece ileri düzeydeki insanlık dışılığını ve nasır bağlamış zalimliğini gösterdiği için bana itici geliyor. Bu adam, beynin ve bedenin çektiği işkencelerden, fani meskenlerin aşağılanmasından bu kadar haz aldığına göre, bütün insanlığın amansız bir düşmanı olmalı. İkinci olarak, büyüklükleri yüzünden yüreğime dehşet salıyorlardı. Sanatsal bakımdan son derece inandırıcıydılar. Resme bakınca şeytanları görüyor ve onlardan korkuyorduk. En tuhafı da Pickman gücünü seçiciliğinden ve tuhaf şeyleri resmetmekten almıyordu. Hiçbir şey bulandırılmamış, çarpıtılmamış ya da basmakalıplaştırılmamıştı. Konturlar belirgin ve canlıydı. Ayrıntılar inceden inceye betimlenmişti. Hele yüzler, hele yüzler!
Gördüğümüz şey, bir sanatçının yorumu olmayıp; tüm nesnelliğiyle cehennemdi. Tanrı şahidimdir ki cehennemin ta kendisiydi! Bu adam bir hayalperest ya da romantik değildi. O bize çalkantılı, saydam ve kısa ömürlü düşler sunmaya kalkışmamıştı bile. Tam olarak, açıkça, kesinkes ve hiç kuşkuya yer vermeyecek tarzda görmüş olduğu kararlı, mekanik ve iyi kurgulanmış bir dehşet dünyasını alaycılıkla ve soğukkanlıkla yansıtmıştı. Bu dünyanın bir zamanlar ne olmuş olabileceğini ya da orada uzun adımlarla koşturan, tırısa giden ya da sürünen küfür niteliğindeki şekillerin nerede gözüne çarpmış olduğunu Tanrı bilir. Ancak imgelerinin şaşırtıcı kaynağı ne olursa olsun, bir şey çok açıktı. Pickman tasarımda olsun, uygulamada olsun her bakımdan kelimenin tam anlamıyla, bilimsel olarak bir gerçekçiydi.
Ev sahibim şimdi önüme düşmüş, beni mahzene, gerçek stüdyosuna indiriyordu. Tamamlanmamış tuvallerdeki cehennem için kendimi yüreklendirmeye çalıştım. Rutubetli basamakların dibine vardığımızda, Pickman fenerinin ışığını yakındaki genişçe bir alanın köşesine doğrultarak, toprak zemine açılmış büyük bir kuyunun yuvarlak tuğla duvarını aydınlattı. Kuyuya yaklaştığımızda, çapının 1,5 metre, duvar kalınlığının rahat rahat 30 santim, yer seviyesinden yüksekliğininse 15 santim olduğunu gördüm. Yanılmıyorsam, 17. yüzyıldan kalma olmalıydı. Pickman, bunun, sözünü ettiği şey; bir zamanlar tepenin altında bulunan tüneller ağına açılan bir geçit olduğunu söyledi.
Boş boş bakarken kuyunun doldurulmamış olduğunu, ağır bir ahşap tekerin kapak görevi yaptığını fark ettim. Pickman’in çılgın imaları, güzel söz söyleme uğruna edilmemişse bu kuyunun kimbilir ne korkunç şeylerle bağlantılı olacağını düşünerek korkuyla ürperdim. Sonra Pickman’in peşi sıra bir basamak çıkıp, dar bir kapıdan geçerek bir stüdyo olarak döşenmiş, tahta döşemeli büyükçe bir odaya girdim. Asetilen gazlı bir gereç çalışma için gerekli ışığı sağlıyordu.
Şövalelerdeki ya da duvarlara dayanmış tamamlanmamış resimler, yukarı kattaki tamamlanmış resimler kadar korkunçtu. Sanatçının özenini gözler önüne seriyordu. Manzara taslakları aşırı bir dikkatle yapılmıştı. Kurşun kalemle çizilmiş kılavuz çizgiler Pickman’in doğru perspektif ve orantıları kullanmadaki titizliğini ortaya koyuyordu. Adam müthişti. Bu kadar çok şey bildiğim bugün bile bunu söylüyorum. Bir masanın üzerindeki kocaman bir fotoğraf makinesi dikkatimi çekti. Pickman onu, resimlerinin arka planlarındaki manzaralar için fotoğraf çekmede kullandığını söyledi. Böylece şu ya da bu manzara peşinde resim araç gereçlerini taşımak yerine, manzarayı çektiği fotoğraflardan stüdyosunda çiziyordu. Fotoğrafın devamlı çalışma için gerçek bir manzara ya da model kadar iyi olduğunu düşünüyordu. Fotoğraftan düzenli olarak yararlandığını belirtti.