Ömer Seyfettin: Kır Sineği
Bir gün… yağmurlu, kasvetli bir kış günü idi. Can sıkıntısından mütevellit bir adem-i intizam-ı efkâr ile kitaplarımı karıştırıyor, elime aldığım kitapların nihayetlerine, yahut sevdiğim sahifelerine yorgun gözlerimle bakıp tekrar okudum. Kitaplarımın en altında eski bir cep defteri buldum. Dört sene evvel yazılmış bir bunu bulduktan sonra hissediyorum ki şu sıkılan ruhumu işgal içün başka bir şey aramağa ihtiyacım yok…
Kitapların hepsini acele ile yerlerine koydum ve küçük defterciği alarak, sobanın yanında bana bir âguş-ı rehavet gibi mana-yı davetle bakan koltuğa yıkıldım. Artık sahifeleri birer birer açıyordum. Nihayet bir sahife açtım. Sahifenin arasında maî, şeffaf kanatlı, incecik –öyle ki bir kumral saç teli kadar ince– zaif, minimini bir kır sineği, kendisine sarılan pembe bir kır çiçeğiyle kurumuş duruyordu.
Bu zavallı esîrî böcekçiği, dört sene evvel –kim bilir nerede– üzerine konduğu çiçekle beraber defterimin arasına koymuşum. O sahifelerdeki eş’âra baktım. Sağdaki manzume yeşil boya ile resmolunmuş çiçekten bir kitabe içinde, küçük bir ağaçlık levhasının altına yazılmıştı. Diğerine baktım o da aynı tehalükle nakş olunmuştu: Cûy-ı Billûr… O gölge içün yazılmış neşidenin, o cûy-ı billûrun nağme-i serâiriyle yazılmış
güftenin visal-i müebbetleri arasında mütevâri-i nisyan olan bu minimini sinek, hayat-ı baharîsiyle ruhumda tatlı muhterem bir matem peyda etti.
Bu bahar şiirinin, bu esîr kuşunun, bu hatıra-i şiirin medfen-i ilhamını bozmamak içün samimi ihtimamlarla tekrar o sahifeyi kapadım. Şimdi ne vakit bir defter, bir mecmua görsem bu defterciği ve onun içinde
bir nâzikî-i ebediyetle uyuyan bu sineği derhatır ederim..