Ömer Seyfettin Hikayesi: Cimnastiğe Dair
Cimnastikle hayatım arasında o kadar eski ve samimî bir irtibat vardır ki tâlâb-ı hatıratıma müntehidir. Küçükken, ben daha dokuz yaşında bir çocukken Kuşdili’nde oturuyorduk. Bu musikişinas, gayet meşhur bir hanede komşumuzun benden biraz büyücek çocukları vardı. Bunlar koca çayırın her tarafında perende atarlar ve bir ramazan gecesi, Şehzadebaşı’nda, beni fevkalâde teshir eden küçük cambaz çocuğu gibi elleriyle yerde yürürlerdi.
Ben dört yaşından beri vefakâr kaldığım mâi boyal-ı sevgili çemberimi düdüklü değneğimle bahçenin bir köşesine atarak ellerim boş ve meshur her akşam çayıra çıkar, o çocukları seyrederdim. Nihayet bir gün çocukluğun tabiî olan hicap ve lâubalîliği ile mahcup ve metecasir, bu perende atmayı, bu ellerle yürümeyi bana öğretmelerini onlardan istirham ettim. En büyükleri evvela “Valideniz darılır, belki…” nezaketiyle reddetti, sonra ısrar ve hararetli temennilerime dayanamayarak muvafakat etti.
Ve ilk ders olmak üzere en lâzım olan belimin kabiliyet-i inhinasını temin etmeğe kalkıştılar, bana sordular ki: “Beliniz kırık mıdır?..” Hiç böyle bir sual işitmemiştim. Mütehayyir ve mahfuf “Hayır” dedim. “Öyle ise kıralım…” Zavallı ben korku ve hayretimden mebhut, incimat etmiş gibi, onların ellerinde, beş on dakika kıvrıldım, düzeltildim. Daha sonra muallime benzeyen en büyükleri küçük dizini benim nazik belciğime dayanarak “haydi” kumandasını verdi, diğer ikisi kalçalarımla omuzlanma şiddetle bastılar; belimde bir intırak… O zamana kadar duymadığım ve tasavvur edemediğim bir kütleme…
Başladım ağlamağa, onlar galiba bu ameliyeyi benden evvel birçok çocuk üzerinde tekrar etmişlerdi. Hiç gözyaşlarıma ehemmiyet vermeyerek “Sus, sus küçük bey, şimdi geçer, ağlama…” tesellisiyle beni terk ediverdiler. Ben de eve geldim ve belimin acısını, tekdir işitmemek için, yavru bir kedi tahammülüyle sakladım. Bu ağrı hakikaten geçti; fakat minimini insafsız hocalarımın dediği gibi bir “şimdi” zarfında değil, birkaç haftada… Yine her akşam çayırda onları seyre dalıyordum. Onlar perende attıkça ben sanki manyetizma oluyor, cezb oluyor, gayr-i ihtiyarî yanlarına gidiyordum.
Onlar da benim meyl-i mütehalikâneme rağmen en gösterişli hünerlerini icra ediyorlar, yekdiğerinin bellerine sarılarak, çifte perende atıp, müstehzi bir kütle-i sanat halinde uzaklaşıyorlardı. Benden büyük olan bu küçük sanatkârların buluttan bakan müstağni gözleri benim küçücük masum izzet-i nefsimi cerihadar etti; ben niçin onlar gibi yapamıyor ve… oh hem de öğretirlerken ağlıyordum. Küçük müfekkirem ile düşündüm ki ilk defada perende atmak olmayacak.
İlk defada bu nazik belin çekemediği bu nazik macakları havada tutmak lâzım… Bunun için de çalışmak lâzımdı, evde bu mümkün değildi, herkes “Aman boynun kırılacak yapma…” ihtarıyla menediyorlardı. Bahçemizin bir köşesinde çiçeklikten bozma bir oda vardı ki orada aşçı ile ihtiyar uşağımız yatardı. Gündüzleri onların bulunmaması tam fırsat… Uşağın nim toplanmış yatağını hemen açar, ellerimle başımı o yumuşak yere dayayarak bacaklarımı havada tutmağa çalışır, düşer, yine kalkar; bıkmaz, usanmazdım.
Ne kadar gün geçti, bilmiyorum, artık ellerim ve başım yerde, ayaklarımı yukarıda tutabiliyordum. Hemen çayıra koştum, onların, o çocukların önünde kendilerinin tenezzül etmeyecelerini bildiğim ehemmiyetsiz maharetimi ibraz ettim. Geçen gün ağlayan çocuğun bugün kavak duruşu taaccüplerini celp etti, mahaza takdir ettiler. Sonra başlayan mütereddit ve bîgâne bir arkadaşlık – çünkü birbirlerimizin isimlerini bilmiyorduk– içinde ve az bir zaman zarfında ben de ellerimle yürümesini ve birbiri arkasına dört beş perende atmasını öğrendim.
Hatta yan perendelerde onlara bile takaddüm etmiştim. Sonra beni hususî bir mektebe verdiler. Mekteple beraber inşa olunan cimnastikhane dün yapılmış gibi yeniliğini muhafaza ediyordu, yalnız fahrî olan cimnastik muallimi çocuklara tabur olmasını, ikişer ikişer yürümesini öğretirken onların celb-i hevesleri için yeni ve parlak halkalarda birkaç kere sallanırdı; sonra da küçük bir nutuk:
“Efendiler, kuvvetli olmak istiyorsanız, (ceketinin üzerinden pazularını göstererek) işte benim kollarım gibi kalın, kuvvetli bir kola malik olmak istiyorsanız cimnastik yapacaksınız. Düşmemek için kollarınızın kuvvetlenmesi lâzımdır, onun için de çok idman yapacaksınız…”
Eski kafa pederlerin evlâtlarını mektebe kaydettirirken dermiyan ettikleri “Müdür Bey mektebin bahçesinde gördüğüm cimnastik aletleri… Rica ederim çocuğu böyle kazalı şeyleren sevk etmeyiniz, çünkü cambaz olmayacaktır” şartı hilâfına her akşam bir saat kadar kazasız cimnastik yapılır; kollar ileri, aşağı, yukarı uzatılır, terlenilir, bitâp kalınırdı. Bir gün cüretkâr ben muallimin önüne gittim ve “Müsaade ediyorsanız sallanmak istiyorum efendim” dedim.
O lenfatik ve nazik talebesine taaccüp etti: “Fakat, düşersin.” “Hayır, bendeniz düşmem.” “Şimdiye kadar hiç cimnastik yaptın mı?” Tehalükle cevap verdim: “Pek çok, emrederseniz önünüzde birkaç maharetimi tekrar edeyim?..” Muallimin, istihfafkâr tebessümünden çıkan: “Haydi yap bakalım…” Mulallim, bilhassa pek hoşlandı. Çünkü tevzi-i mükafatlarda, bazen maariften gelen müfettişler huzurunda, mektepte hakikaten cimnastik dersi verildiğini ispat ve irae edecek küçük bir artiste büyük bir ihtiyaç vardı.
Muallim de bu nokta-i nazarı muhakeme ederek benden istifade etti, gösterdiği hareketleri pek suhuletle yapıyordum. İki senede o kadar terakki ettim ki muallimin muavini olmuştum. Onun gelmediği günler, son dersten sonra hemen cimnastik elbisemi giyer, dar ve kalın kemerimi belime takar, bütün talebelere, hatta kendimden yukarı sınıflara bir amir mestî-i gururuyla kumanda ederdim. “İkişer olunuz, eş tutunuz, ayaklarınız hep bir hizada olacak ve gülmeyeceksiniz.”
Sol elimin başparmağı kemerimin iri, kalın halkasına takılmış, sağ kolum bir zaviye-i mağrur-ı mücessem hâlinde arkamda, göğsüm kabarmış, o çocuk tabiiyetinin önünde gezinirdim. “‘17’ haydi barfikse, ‘126’siz halkalara, ‘49’siz de merdivene…” Sonra hepsinin hatalarını tashih, kendisini kaldıramayanlara muavenet ve pek kuvvetsiz olanlara da, ceza olarak yarım saat iki hafif halteri kaldırtır, indirtirdim… Tahsilim büyüdükçe çemberimin metrukiyetiyle başlayan idmanım da büyüyor, maharetlerim tezayüt ve taaddüt ediyordu.
Ailemin en eski kafa eşhası bile benim bir sür’at-i fevkalâde ile neşv ü nema bulan bünyeme bakarak cimnastiğin fevaidine itikat ediyorlardı; bir küçük ve tüysüz çocuk çehresinin altında katı pazulu, adalî bir delikanlı vücudu yaşıyor, vücudum koşuyor, yaşım geride kalıyordu. Seneler geçti, büyük mekteplere geçtim, artık müthiş bir cimnastik taraftarı, devamlı bir idmancı idim. [6] O vakit bir riyaziye muallimimiz vardı.