Kovalanan bir hayvan gibi başını çılgınca sağa sola salladı. Tanrı biliyor ya korkmakta tamamen haklıydı. Çığlıklarımın yankıları sönerken, akla korkunç şeyler getiren başka bir ses duyuldu. Aklımı kaçırmadıysam, bunun tek nedeni duyularımın daha fazla heyecan duyamayacak kadar uyuşmuş olmasıydı. Kilitli kapının gerisindeki basamaklar, çıplak ayaklı ya da çarıklı bir güruh; sinsice tırmanıyormuş gibi sürekli gıcırdıyordu. Sonra, zayıf mum ışığında pırıl pırıl parıldayan pirinç kapı mandalı dikkatle yavaş yavaş döndü. Yaşlı adam yüzümü tırmalayıp, tükürdü ve tutunduğu sarı perdelerle birlikte salınırken gırtlağının bütün gücüyle haykırdı.
“Dolunay… Allah belanı versin! – Sen! Sen, uluyan köpek! Onları sen çağırdın! Onlar da benim için geldiler! Makosenli ayaklar, ölü adamlar, canınız cehenneme! Sizi kızıl şeytanlar! Ama sizin romunuza zehir katmadım, sizin o kokuşmuş hokkabazlığınızı herkesten gizlemedim mi? Çatlayıncaya kadar içtiniz lanet olasıcalar! Sonra da tutmuş ev sahibini suçluyorsunuz! Defolun oradan! Bırakın şu kapı mandalıyla oynamayı. Benim size vereceğim hiçbir şey yok!”
Tam bu sırada, son derece telaşsızca indirilen üç yavaş darbe kapıyı sarstı ve deliye dönmüş büyücünün ağzının kenarında beyaz köpükler belirdi. Adamın tam bir umutsuzluğa dönen korkusu yerini, bana karşı duyduğu öfkeye bıraktı yeniden. Kenarına tutunmaya çalıştığım masaya doğru sendeleyerek bir adım attı. Sol eliyle bana pençe atmaya çalışırken, sağ eliyle hâlâ sıkı sıkıya tutunduğu perde gerildi ve doğuşunu göğün aydınlanmış olmasının, önceden haber verdiği dolunay ışıklarının odaya dolmasına yol açarak, tutturulduğu yerden koptu sonunda.
Ay’ın bu yeşilimsi ışığında mumlar iyice sönükleşti. Kurt yeniği duvar kaplamaları, bel vermiş tahta döşemesi, harap olmuş şöminesi, kırık dökük mobilyası ve eski püskü döşemeleriyle misk kokulu odaya yeni bir çürümüşlük görüntüsü çöktü. Aynı görünüş, bilmem artık aynı sebeple, bilmem duyduğu korku ve hiddet yüzünden, yaşlı adamın da üzerine çöktü. Sendeleyerek yaklaşıp akbaba pençeleriyle beni parçalamaya çabalarken yüzünün buruşup karardığını gördüm. Sadece gözleri sağlam kalmıştı. Gittikçe kararan ve küçülen bir yüzün ortasında her an artan bir iticilik ve yakıcılıkla bakıyordu bu gözler.
Kapıya indirilen darbeler o sırada ısrarla yinelendi. Bu sefer sanki bir metalle vuruluyordu. Karşımdaki kara şey sadece gözlerden ibaret bir kafaya dönüşmüştü. Bel vermiş zeminde zaman zaman tükürükler saçarak ve bela okuyarak benden yana hamleler yapıyordu. Artık ardı ardına indirilen darbeler altında kapı çatırdıyor, zaten eski olan aynalıklar parçalanıyordu. Yarılan tahtaların arasından bir savaş baltasının parıldadığını gördüm. Başka türlüsü elimden gelmediğinden, yerime çakılı kaldım. Parçalanan kapıdan, kötü kötü bakan parıltılı gözleri yıldızlar gibi ışıldayan, devasa, şekilsiz, kapkara bir şeyin içeri aktığını büyük bir şaşkınlıkla gördüm.
Bu şey, engellerinden kurtulmuş bir petrol seli gibi kıvamlı bir akışla içeri doldu. Etrafa yayılırken bir sandalyeyi devirdi. Masanın altından akarak, odanın öte tarafına, hâlâ gözlerini dikmiş sert sert bana bakmakta olan kararmış kafanın bulunduğu yere ulaştı. Bu kafanın etrafına kapanıp onu bütünüyle yuttuktan hemen sonra, bana dokunmadan, görünmez olmuş yükünü de beraberinde götürerek geri çekilmeye başladı. Karanlık kapıdan çıkıp, önceki gibi gıcırdayan -ama bu defa gıcırtı giderek azalıyordu- görmediğim merdivenlerden aşağı doğru akıp gitti.
Sonra, zemin çöktü ve ben soluğum kesilerek aşağıdaki kapkaranlık odaya düştüm. Örümcek ağlarından boğulacak, korkudan bayılacak gibi oldum. Kırık pencereden içeri dolan yeşil ay ışığında yarı aralık salon kapısını gördüm. Sıva parçalarıyla dolu zeminden kalkıp, bel vermiş tavandan kendimi kurtarırken, parıldayan bir sürü uğursuz gözüyle kapkara bir şeyin yukarıda, sürünmekte olduğunu gördüm. Bu şey, mahzenin kapısını arıyordu. Bulduğunda, o kapıdan geçip gözden kayboldu.
O sırada, bu alt odanın tabanının da tıpkı yukarı odanın tabanı gibi çökmek üzere olduğunu hissettim. Bir ara, batı penceresinin ötesinde bir şey çatırtıyla yıkıldı. Kubbe olmalıydı bu. O an için enkaz altında kalmaktan kurtulunca, salon boyunca koşup ön kapıya gittim. Açmama imkan olmadığını görerek, bir sandalye kaptığım gibi pencerelerden birini kırdım. Çılgınlar gibi tırmanıp; kendimi öte tarafa, ay ışığının neredeyse bir metre uzunluğundaki otlar ve çimenler üzerinde oynaştığı bakımsız çimenliğe attım. Duvarlar yüksek, bütün kapılar kilitliydi ama bir köşede üst üste yığdığımkutuların üstüne çıkarak, oraya yerleştirilmiş kocaman bir taş saksıya tutunmayı başardım.
Yorgunluktan tükenmiş bir halde gözlerimi çevrede dolaştırdığımda sadece tuhaf duvarlar, pencereler ve eski, balıksırtı damlar görebildim. Bizi buraya ulaştıran dik sokaktan eser yoktu. Gördüğüm çok az şey de parlak ay ışığına rağmen nehirden yükselen sisin altında çabucak gözden yitti. Tutunmakta olduğum taş saksı, birdenbire, sanki benim gibi ölesiye başı dönüyormuşçasına sallanmaya başladı. Bir anda bedenim, bilemediğim bir yazgıya doğru yuvarlandı.
Beni bulan adamın dediğine göre, kırık kemiklerime rağmen büyük bir mesafe sürünmüş olmalıydım. Görebildiği kadarıyla kan izleri çok ötelere kadar uzanıyormuş. Çok geçmeden başlayan yağmurlar o ölüm kalım sınavını verdiğim yerle aramdaki tek bağlantıyı sildi. Polis raporlarında, bilinmeyen bir yerden ortaya çıkarak, Perry Caddesi’ne açılan küçük, karanlık bir avlunun kapısına kadar sürünerek geldiğimden fazlası yer almadı.
Bir daha geri dönüp o kasvetli labirentleri aramaya kalkışmadım. Elimden gelse, aklı başında hiç kimseyi oraya göndermem. O eski zamandan kalma yaratığın kim ya da ne olduğu hakkında hiç fikrim yok. Ama kentin ölü ve akledilmeyecek türden dehşetlerle dolu olduğunu tekrar ediyorum. O adamın nereye gitmiş olduğunu bilmiyorum ama ben eve; akşamları denizden esen hoş kokulu rüzgarların doldurduğu tertemiz New England sokaklarına döndüm.
Ana Sayfa * Korku Hikayeleri * Google Haberler’de takip et