H. P. Lovecraft, O Adam, 4
Ne istiyorsak, onu çevremizde yaratırız. İstemediğimiz şeyi ise süpürüp temizleriz. Bu söylediklerimin külliyen doğru olduğunu ileri sürecek değilim ama ara sıra yeterince hoş görüntüler ortaya çıkaracak kadar doğru. Hayal gücünüzün size sağladığı görüntülere kıyasla, geçmişe ait birtakım görüntülerden daha fazla hoşlanacağınızı düşünüyorum. Size göstermeye niyetlendiğim şeyler karşısında korkuya kapılayım demeyin sakın. Şimdi pencereye yaklaşın ve sessiz olun.”
Ev sahibim, o zaman, elimden tutarak beni pis kokulu odanın uzun duvarındaki iki pencereden birine doğru çekeledi. Eldivensiz parmaklarının bu ilk dokunuşuyla buz kestim. Teni, kuru ve diri olmakla birlikte, buz gibiydi; ister istemez kendimi geri çektim. Ama, aklıma yeniden gerçekliğin boşluğu ve dehşeti düştü ve her nereye götürürse götürsün cesaretle onu izlemeye hazırlandım. Pencereye yaklaştığımızda, adam sarı ipek perdeleri araladı ve dışarıdaki karanlığa bakmamı istedi. Bir süre, benden çok, ama çok uzaklarda dans eden sayısız minnacık ışık dışında bir şey göremedim.
Sonra, ev sahibimin eliyle gizlice yaptığı bir harekete yanıt verir gibi birden çakan bir şimşekle sahne aydınlandı ve gözlerimin önüne yemyeşil bir deniz -aklı başında birinin görmeyi umacağı bir çatı denizi değil, tertemiz bir yeşillik denizi- serildi. Sağ yanımda Hudson nehri kötücül parıltılarla ışıldıyordu. Uzaklarda, üzerinde göz kırpan yıldız kümeleri gibi ateş böceklerinin uçuştuğu büyük bataklığın sağlıksız parıltılarını görüyordum. Şimşeğin aydınlığı sona erdi ve kötü niyetli bir gülümseme yaşlı büyücünün mum gibi sapsarı yüzünü aydınlattı.
“Bu, benim zamanımdan -konağın yeni beyinin zamanından- önceydi. Yeniden deneyelim, bakalım.” Betim benzim atmıştı. Bu kahrolası kentin iğrenç modern zamanlarının beni soktuğu durumdan bile daha kötü durumdaydım. “Aman Tanrım!” dedim, zor duyulur bir sesle. “Bunu ne zaman isterseniz yapabilir misiniz?” Adam, bir zamanlar ki sapsarı kocaman dişlerden geriye kalan kararmış diş köklerini açığa çıkaran bir gülümsemeyle, evet anlamında başını sallarken, düşmemek için perdeye yapıştım. Ama adam, buz gibi pençeleriyle tutarak düşmemi engelledi ve elleriyle bir kez daha o sinsi hareketi yaptı.
Şimşek bir kez daha etrafı aydınlattı ama bu defaki görüntü tamamen yabancı değildi. Greenwich idi burası. Bugün hâlâ gördüğümüz şuradaki veya buradaki bir çatı ya da sıra sıra evler, güzel yeşil yollar, tarlalar ve otlaklarla bir zamanların Greenwich’iydi. Greenwich’in ötesindeki bataklık hâlâ parıldamaya devam ediyordu. Daha uzaklarda, o zamanki New York’un tamamı olan kilise kulelerini, diğer kardeş kiliselere tepeden bakan Trinity, St. Paul’s ve Brick Kiliselerini gördüm. Hepsinin üzerinde odun dumanından tül gibi ince bir sis asılı duruyordu. Soluk almakta zorlanıyordum. Bunun sebebi görüntünün kendisinden çok, aklıma üşüşen dehşet verici olasılıklardı.
“Bu kadar ileri gidebilir -bu kadarına cüret edebilir- misin?” Saygıyla karışık bir korku içerisinde konuşuyordum. Bir an için endişelerimi paylaştığını sandım ama yüzündeki o kötücül gülümseme yeniden belirdi. “İleri mi? Benim görmüş olduğum şeyler seni taşa çevirirdi! Geri, geri -ileri, ileri- seni zırlak, kıt herif, bak şimdi!” Adam alçak bir sesle, hırlar gibi bu lafları ederken yeniden elini oynatarak gökyüzünü öncekilerden daha bol bir ışığa boğdu. Tam üç saniye boyunca, cehennemi bir kargaşanın hüküm sürdüğü görüntüleri seyrettim. Bu kısacık anda, bundan böyle tüm düşlerime musallat olacak bir manzara gördüm.
Uçan garip şeylerin haşere gibi istila ettiği gökler gördüm. Bu göklerin altında, birer küfrü andıran haşin görünüşlü piramitlerin aya doğru yükseldiği, sayısız penceresinde cehennemi ışıklar yanan, dev taşlardan taraçalarıyla kapkara bir kent uzanıyordu. Telaşla çalınan davulların gümbürtüsüne, tiksinç kastanyet şıkırtılarına ve bitip tükenmez ağıtları sağlıksız bir katran okyanusunun dalgaları gibi kabarıp alçalan kısık sesli boruların delice inlemelerinin ahengine uyarak, çılgınca dans eden turuncu ve kırmızı renkte korkunç giysiler içerisindeki, şaşı gözlü, sarı benizli insanların görünmez dehlizlerde iğrenç bir şekilde kaynaştıklarını gördüm.
Dediğim gibi bu manzarayı gördüm. Aynı zamanda da ona eşlik eden cehennemi kakofoniyi sanki aklın kulaklarıyla duydum. Bu ceset kentin ruhumu altüst etmesinin verdiği dehşet içerisinde, sinirlerimin boşalmasıyla, sessiz kalmam için yapılan uyarıyı unutarak, etrafımdaki duvarlar sarsılırken çığlık çığlığa haykırdım, haykırdım, haykırdım. Sonra, şimşeğin aydınlığı sönerken, ev sahibimin tir tir titremekte olduğunu gördüm. Attığım çığlıklara duyduğu öfkeyle morarıp, çarpılmış yüzünde büyük bir korku okunuyordu. Adam sendeledi, daha önce benim tutunduğum gibi perdelere tutundu.