Deliliğin Dağlarında

27
0
(0)

H.P. Lovecraft’ın; bir grup bilim adamının kutuplarda yaptıkları araştırma gezisinde keşfettikleri dehşeti anlattığı uzun korku hikayesi; Deliliğin Dağlarında‘nın tamamını burada okuyabilirsiniz:

H.P. Lovecraft, Deliliğin Dağlarında, 1

H.P. Lovecraft, Deliliğin Dağlarında: Gazetelerin yazdığı gibi 2 Eylül 1930’da Boston limanından yelken açtık. Sahil boyunca bir rota tutturup yavaş yavaş güneye indik. Panama Kanalı’ndan geçerek Samoa Adalarında ve Tazmanya’nın Hobart limanında durduk. Son ihtiyaçlarımızı karşıladık. Keşif ekibimizden hiç kimse daha önce kutup bölgesinde bulunmamıştı. Bu sebeple hepimiz büyük ölçüde gemi kaptanlarımıza güveniyorduk.

Medeni dünyayı ardımızda bıraktığımız ölçüde, güneş her geçen gün kuzeyde daha alçaktan battı ve ufkun üzerinde git gide daha çok kaldı. Yaklaşık 62 Güney enleminde ilk buzdağlarımızı gördük. 20 Ekim’de şanına yaraşır tuhaflıkta törenlerle Güney Kutup Dairesi’ne girmeden önce buz sahasıyla başımız oldukça belaya girmişti.

Tropiklerdeki uzun yolculuğumuzdan sonra sıcaklığın düşmesi beni oldukça rahatsız ettiyse de kendimi çok daha büyük güçlüklerle karşılaşmaya hazırladım. Birçok defalar ilginç atmosfer olaylarıyla adeta büyülendim. Bu olaylar arasında; uzaklardaki buzdağlarının hayal edilemez kozmik şatoların mazgallı siperlerine dönüştüğü çok çarpıcı ve çok canlı bir serap da vardı.

Allah’tan ki çok fazla yoğun ve kalın olmayan buz sahasında zorla kendimize yol açarak 67 Güney enlemi, 175 Doğu boylamında yeniden açık sulara kavuştuk. 26 Ekim sabahı güneyde; kara, bir görünüp bir kaybolmaya başladı ve öğleye kalmadan hepimiz, önümüzdeki bütün manzarayı kaplayan, dorukları karla kaplı yüce bir dağ silsilesini seyrediyor olmanın heyecanıyla titriyorduk. 

Sonunda, bilinmeyen kıtanın ve onun gizemli donmuş ölüm dünyasının bir ileri karakoluyla karşılaşmıştık. Bu dorukların, Ross tarafından keşfedilen Admiralty Sıradağları olduğu belliydi ve artık bize düşen görev Adare Burnu’nu dönüp, Victoria Toprakları’nın doğu kıyıları boyunca aşağıya inerek 77“ 9’ Güney enleminde Mc Murdo Koyu kıyılarında, Erebus Volkanı eteklerinde kurmayı düşündüğümüz üssümüze ulaşmaktı.

Yolculuğun son ayağı oldukça renkli ve hayal gücünü kışkırtır nitelikteydi. Öğlenin alçak kuzey güneşi ya da geceyarısının ufku sıyıran daha da alçak güney güneşi; puslu, kızılımsı ışınlarını beyaz karların, mavimsi buzun, yol yol olmuş suların ve açığa çıkmış kapkara granit yamaçların üzerine dökerken, batı yönünde uzakta beliren gizemli çıplak doruklar aslında olduklarından daha kocaman ve korkunç görünüyordu.

Issız dorukların arasından, bazı bilinçaltı anılar yüzünden rahatsız edici hatta düpedüz korkunç bulduğum, geniş bir yelpazeye yayılan notalarıyla ritmi çılgın ve yarı bilinçli bir müziği akla getiren soğuk Antarktika rüzgarı öfkeyle kesik kesik esiyordu. 

Manzaradaki bir şey bana, Nicholas Roerich’in tuhaf ve rahatsız edici Asya tablolarını ve deli Arap Abdul Alhazred’in korkunç Necronomicon’undaki efsanevi Leng Yaylası’nın daha tuhaf ve daha korkunç tasvirlerini çağrıştırdı. Üniversite kütüphanesindeki bu iğrenç kitaba göz attığıma sonradan bin pişman olmuştum.

Kasım’ın yedisinde batıya doğru uzanan sıradağlar geçici olarak gözden kaybolurken Franklin Adası’nı geçtik ve ertesi gün, gerisinde uzanan Pany Dağları ile Ross Adası’ndaki Erebus ve Terror Dağları’nın sivri tepelerini uzaktan seçtik. Şimdi, Cluebec’in kayalık uçurumları gibi altmış metreye kadar dimdik yükselen buz bariyerinin alçak, beyaz hattı doğuya doğru uzanıyor ve güneye doğru olan yolculuğumuzun sona erdiğine işaret ediyordu.

Öğleden sonra Mc Murdo Koyu’na girerek başı dumanlı Erebus Dağı’nın rüzgâr almayan tarafında, açıkta demirledik. Maden cürufu kaplı zirvesi, üç bin sekiz yüz yetmiş metreyi aşan yüksekliğiyle, kutsal Fujiyama, Japonya’da basılmış bir resmi gibi doğu göğünde yükselirken, öte yanında sönmüş bir yanardağ olan Terror Dağı üç bin üç yüz yirmi metrelik yüksekliğiyle beyaz bir hayalet gibi dikiliyordu.

Erebus’tan zaman zaman dumanlar püskürüyordu. Araştırma görevlilerinden biri (Danforth adında çok zeki bir genç) karlı yamacındaki lava benzeyen şeyi göstererek, 1840’ta keşfedilen bu dağın, yedi yıl sonra aşağıdaki satırları yazmış olan Poe‘nun esin kaynağı olmasından kuşkulanılamayacağı yorumunu yaptı:

O uzak Kutup diyarında
Yaanek’ten aşağı dur durak bilmeden akan
Kuzey kutbu krallığında
Yaanek’ten aşağı dökülürken inleyen kükürtlü lavlar.

Danforth, acayip öyküler okumayı tutkuyla seven biriydi ve durmadan Poe’dan söz ederdi. Poe‘nun tek uzun öyküsü olan tedirgin edici ve şaşırtıcı Arthur Gordon Pym’indeki Antarktika manzaraları nedeniyle söyledikleri benim de ilgimi çekmişti. Çıplak kıyıda ve daha gerideki yüksek buz bariyerinin üzerinde sayısız tuhaf görünüşlü penguen ciyak ciyak bağırarak yüzgeçlerini çırparken, çok sayıda şişman ayıbalığının suda yüzdüğü ya da yavaş yavaş sürüklenen kocaman buz kekleri üzerine sere serpe uzanmış olduğu görülüyordu.

Ayın 9’u sabahı, geceyarısını biraz geçe, küçük kayıklarla güç bela Ross Adası’na çıktık. Varagele düzeneğiyle yüklerimizi boşaltmak üzere her gemiden kıyıya halatlar çektik. Bizden önceki Scott ve Shackleton keşif ekipleri de tam olarak bu noktada karaya ayak basmış olmakla birlikte, Antarktika toprağındaki ilk adımlarımızdan edindiğimiz izlenimler çok kuvvetli ve karmaşıktı. 

Volkanın eteklerindeki donmuş sahilde kurduğumuz kamp geçiciydi. Karargahımız Arkham adlı gemimizdi. Bütün delme cihazlarımızı, köpekleri, kızakları, çadırları, erzakı, benzin depolarını, buz eritme deney cihazını, yer ve hava fotoğraf makinelerini, uçak parçalarını ve kıta içerisinde gidebileceğimiz her yerden -uçaktakiler dışında— Arkham’daki büyük cihazla iletişim kurabilecek kapasitedeki taşınabilir üç küçük telsiz cihazı da dahil diğer bütün aksesuarı karaya çıkardık.

Geminin dış dünyayla iletişim kuran cihazı, basın raporlarını Arkham Aduertiser’ın Kingsport Head, Massachusetts’deki güçlü telsiz istasyonuna yollayacaktı. Çalışmamızı bir kutup yazı içinde tamamlamayı umuyorduk ama bunun mümkün olmayacağı görülürse, gelecek yazın erzağını getirmek üzere Miskatonic’i sular donmadan kuzeye gönderecek, kışı Arkham’da geçirecektik.

Gazetelerin zaten yazmış bulunduğu ilk işlerimizden; Erebus Dağı’na tırmanışımızdan; Ross Adası’nın birçok yerinde yaptığımız başarılı sondajlardan, Pabodie’nin cihazının en sert kaya katmanlarını bile olağanüstü bir hızla delmiş olduğundan; küçük buz eritme cihazını denemek amacıyla kullanışımızdan; kızaklar ve erzakımızla büyük bariyere yaptığımız tehlikeli tırmanıştan ve bariyerin üstündeki kampta beş uçağımızı monte edişimizden söz etmemin gereği yok. 

Kara ekibimizin (20 insan ve 55 Alaska kızak köpeği) sağlığı mükemmel durumdaydı ama elbette ki o ana kadar gerçekten öldürücü soğuklarla ya da kasırgalarla da karşılaşmamıştık. Hava sıcaklığı çoğu zaman eksi 4 ilâ 7 derece arasındaydı. New England’da yaşadığımız kışlar nedeniyle bu soğuğa alışkındık. Buz bariyeri üzerindeki kampımız tam anlamıyla sürekli bir kamp değildi.

Benzin, erzak, dinamit ve diğer malzemeleri depolamak amacıyla kurmuştuk. Gerçek keşif malzemelerini taşımak için uçaklardan sadece dördünü kullanmamız yeterliydi. Beşinci uçağı, keşif uçaklarını yitirmemiz halinde Arkham’dan bize ulaşılabilsin diye bir pilot ve gemi mürettebatından iki kişiyle beraber malzeme deposunda bırakmıştık. 

Daha sonra uçakları araç gereç taşımada kullanmadığımızda, bir ikisini bu depoyla Beardmore Buzulu’nun 600 – 700 mil güneyindeki yüksek bir yaylada kurulacak olan ikinci sürekli kamp arasında gidip gelmede kullanacaktık. Hemen hemen herkesin ağız birliğiyle anlattığı, yayladan aşağı doğru esen korkunç rüzgârlara rağmen tasarruf yapmak ve daha verimli çalışabilmek amacıyla ara üsler kurmaktan vazgeçtik.

Telsiz raporları, 21 Kasım günü, batısında çok büyük yükseltilerin yer aldığı uçsuz bucaksız şelf buzu üzerinde uçuş filomuzun hiç durmadan yaptığı dört saatlik nefes kesici uçuştan ve motorlarımızın sesiyle yankılanan akıl sır ermez sessizliklerden söz ediyordu. Rüzgar önemli bir sorun yaratmadı. Karşılaştığımız yoğun siste yön belirten radyo alıcılarımızın büyük yararını gördük.

83. ve 84. enlemler arasında bir yerlerde çok yüksek dağlar bir hayal gibi belirdiğinde, dünyanın en büyük vadi buzulu olan Beardmore buzuluna ulaşmış olduğumuz ve donmuş denizin yerini artık çatık kaşlı ve dağlık bir kıyı şeridine bıraktığını biliyorduk. Nihayet, en güneyin milyarlarca yıldır ölü dünyasına giriyorduk ve daha bunun bilincine yeni varmıştık ki doğu yönünde 4500 metreyi aşan yüksekliğiyle dimdik göğe yükselen Nansen Dağı’nın doruklarını uzaktan gördük.

86“ 7′ Enlemi ve 174“ 23’ Doğu Boylamı’nda buzul üzerinde güney üssümüzü başarıyla kurmamız, kızaklarla ve kısa uçuşlarla ulaştığımız çeşitli yerlerde olağanüstü bir hız ve verimle sondajlar yapıp kayaları patlatmamız, tıpkı 13-15 Aralık tarihlerinde Pabodie’nin iki araştırma görevlisiyle -Gedney ve Carroll- beraber Nansen Dağı’na yaptıkları çetin ve başarılı tırmanış gibi tarihi ilgilendiren konulardır.

Deniz seviyesinden yaklaşık olarak iki bin altı yüz metre yüksekteydik ve deney niteliğindeki sondajlar kaya ve toprağın bazı noktalarda sadece üç dört metre kalınlığında bir kar ve buz tabakası altında olduğunu gösterdiğinde, küçük eritme cihazından büyük ölçüde yararlandık ve daha önce hiçbir kâşifin cevher numunesi almayı aklından bile geçirmemiş olduğu birçok yerde delikler açıp, patlatmalar yaptık. 

 Bu şekilde elde ettiğimiz Prekambriyen devre ait granit ve kumtaşı numuneleri, bu yaylanın kıtanın batıya doğru uzanan büyük bölümüyle aynı yapıda ama Güney Amerika’nın aşağılarına düşen ve doğuya doğru uzanan kısmından oldukça farklı yapıda olduğu yönündeki inancımızı doğruladı. O zamanlar, Byrd’ün, varsayımı çürütmüş olmasına karşın, kıtanın iki ayrı kara parçasından oluştuğunu ve küçük olanın diğerinden donmuş Ross ve Weddell denizleriyle ayrılmış olduğunu düşünüyorduk. 

Niteliği sondajla anlaşıldıktan sonra dinamitle patlatılıp, keskiyle kırılan bazı kum taşlarında bazı çok ilginç fosil izlerine ve fosillere; en başta da eğrelti otları, deniz yosunları, trilobitler, deniz laleleri ile linguellan ve karındanbacaklılar sınıfından bazı yumuşakçalara rastladık. Bunların tümü de bölgenin çok çok eski dönemlerinin tarihi açısından son derece önemli görünüyordu.

Ayrıca, patlatılış derin bir delikten çıkarılan ve Lake’in birleştirmeyi başardığı üç arduvaz parçası üzerinde, yol yol çizgili, eni en geniş yerinde otuz santimetreyi bulan üçgen biçimi tuhaf bir iz vardı. Bu parçaları Kraliçe Alexandra Sıradağları’nın batısında ve yakınlarında bir yerde yaptığımız  sondajlardan elde etmiştik ve Lake, bir biyolog olarak taşlar üzerindeki garip işaretleri alışılmadık ölçüde şaşırtıcı ve kışkırtıcı buluyordu. 

Oysa bir jeolog olarak benim gözümde bunlar, rüzgâr veya suyun tortul kayaçlarda bıraktığı sıradan izlerden başka bir şey değildi. Arduvaz, tortul bir tabakanın basınç altında kalarak başkalaşmasından başka bir şey olmadığına ve basınç da zaten mevcut olan izleri çarpıtabileceğine göre, bu çizgili yapıda şaşılacak bir şey görmüyordum.

6 Ocak 1931’de, Lake, Pabodie Danforth ve daha başka altı yüksek lisans öğrencisiyle dört teknisyen ve ben, büyük uçaklardan ikisiyle tam Güney Kutbu’nun üzerinden uçarken ansızın çıkan ama Allah’tan tam bir fırtınaya dönüşmeyen kuvvetli bir rüzgâr bizi alçalmaya zorladı.

Gazetelerin yazdığı gibi bu uçuş, daha önceki kâşiflerin ulaşamadıkları bölgelerde yeni topoğrafik özellikler görmek amacıyla yaptığımız birkaç gözlem uçuşundan biriydi. İlk uçuşlarımız, deniz yolculuğumuz sırasında tanık olduğumuz son derece inanılmaz ve aldatıcı kutup manzaralarına benzer manzaralar görmemize olanak sağladıysa da, bu bakımdan bir düş kırıklığı olmuştu. 

Uzak dağlar gökyüzünde büyülü kentler gibi yüzüyor ve geceyarısının iyice alçalmış güneşinin sihriyle bazen bütün beyaz dünya, Dunsanyvari düşlerin ve cüretli beklentilerin altın, gümüş ve kızıl renkli ülkelerine dönüşüyordu. Bulutlu günlerde, karla kaplı toprakların, ufku ayırt edilemeyen, gizemli yanardöner bir boşluk halinde gökyüzüyle birleşmesi yüzünden uçmakta zorlanıyorduk. Sonunda, dört keşif uçağımızla beş yüz mil doğuya uçarak, yanlış bir inanışla kıtanın küçük kara kütlesi sandığımız bölgesine yeni bir üs kurma yönündeki ilk planımızı uygulamaya karar verdik. Oradan elde edilecek jeolojik numuneler, karşılaştırma bakımından cazip olabilirdi. 

Sağlıktan yana şu ana kadar bir sorun yaşamamıştık. Limon suyu, genellikle konserve ve tuzlanmış yiyeceklerden olan beslenme rejimimizi gayet iyi dengeliyordu ve genellikle sıfırın üzerinde seyreden sıcaklıklar, bizi, en kalın kürklerimizi giymek zorunda bırakmıyordu. Şimdi yaz ortasındaydık. Elimizi çabuk tutar ve iyi çalışırsak, işi marta kadar tamamlayabilir, uzun Antarktika gecesinde çetin bir kış geçirmekten kurtulabilirdik.

Batıdan doğru birkaç şiddetli kasırga üzerimize çullandıysa da, Atwood’un uçaklar için ilkel korunaklar, büyük kar bloklarından rüzgâra karşı engeller kurmadaki ve esas kamp binalarını karla berkitmedeki becerisi sayesinde önemli bir zarara uğramadan bunları atlatabildik. Şansımızın hep yaver gitmesinde neredeyse tekinsiz bir şeyler vardı.

Dış dünya elbetteki programımızdan haberdardı ve yeni üssümüze taşınmadan önce Lake’in tuhaf ve dediğim dedik bir inatla batıya -daha doğrusu kuzey batıya- doğru bir keşif gezisine çıkmakta ısrar ettiğini biliyordu. Besbelli, arduvaz üzerindeki üçgen çizgili işaretler konusunda epeyce kafa patlatmış, doğa ve jeolojik devirlere ilişkin bu arduvazlarda okuduğu çelişkiler merakını bilediğinden, bu parçaların ortaya çıkarıldığı, batıya doğru uzanan topraklarda daha fazla sondaj ve patlatma yapma arzusuna kapılmıştı.

Lake, tuhaf bir şekilde, bu izlerin ileri derecede evrimleşmiş, bilinen hiçbir sınıfa girmeyen iri bir organizmaya ait olduğu kanısına ulaşmıştı. Oysa ki bu izleri taşıyan – gerçekte Prekambriyen değilse, Kambriyen – kayaların yaşı, bırakınız evrimleşmiş bir organik yaşamı, tek hücreli ya da en fazla trilobit aşamasından yukarı bir yaşamın varlığını olanaksızlaştırıyordu. Üzerlerindeki tuhaf işaretlerle bu kayaların yaşı 500 milyonla bir milyar yıl arasında olmalıydı.

“Lake’in, daha önce hiçbir insanın ayak basmadığı ve hiç kimsenin düşlerinde bile görmediği bölgelere doğru yola çıkışı konusundaki telsiz mesajlarımız, biyoloji ve jeoloji bilimlerini kökten değiştirmek gibisine çılgınca umutlarından söz etmemiş de olsa, sanırım halkın düş gücünü harekete getirmiştir. Lake’in, Pabodie ve daha başka beş kişiyle birlikte 11-18 Ocak tarihleri arasında yaptığı ilk kızak yolculuğu ve sondajlar -yüksek bir sırtı aşarken kızağın devrilmesi sonucu iki köpeğin yitirilmesiyle başarısı biraz gölgelenmiş olsa da- bol miktarda Arkeen arduvaz numuneleri sağladı; bu inanılmaz derecede eski katmanlardaki fosil izlerinin alışılmadık bolluğu benim bile ilgimi çekti. 

Ama bu izler çok ilkel yaşam biçimlerine aitti ve herhangi bir yaşam biçiminin bu kayaçlar gibi Prekambriyen bir kayaçta bulunması dışında bir çelişki içermiyordu; bu yüzden, Lake’in zaman kısıtlı programımıza, dört uçağımızın, birçok adamımızın ve mekanik cihazlarımızın tamamının kullanılmasını gerektiren bir ara vermemiz konusundaki ısrarına hâlâ bir anlam veremiyordum. Sonunda planı reddetmedimse de, Lake’in jeolojik konulardaki görüşlerimden yararlanmayı ısrarla istemesine karşın, kuzeybatıya doğru yola çıkan gruba katılmamaya karar verdim. 

Onlar gidince, Pabodie beş adamla beraber üste kalacak ve doğuya taşınma planlarımıza son şeklini verecektim. Bu taşınma işine hazırlık olarak uçaklardan biri McMurdo Koyu’ndan bol miktarda benzin getirmeye başlamıştı bile; ama bu iş şimdilik bekleyebilirdi. Kızaklardan birini ve dokuz köpeği yanımda alıkoydum çünkü bu hiç kimsenin oturmadığı milyarlarca yıldır ölü dünyada ulaşım aracından yoksun kalmak hiç de akıllıca olmazdı.

Lake, bilinmeyene doğru çıktığı bu keşif gezisi sırasında, herkesin anımsayacağı gibi uçaklardaki kısa dalga vericilerle sürekli olarak mesajlar gönderdi; güney üssündeki cihazlarımızın ve Mc Murdo Koyu’nda demirli bulunan Arkham’ın aynı anda aldığı bu mesajlar, buradan da elli metreye varan dalga uzunluklarıyla dış dünyaya aktarıldılar. 22 Ocak sabahı, saat 4’te yola çıkıldı ve ilk mesajı bundan sadece iki saat sonra aldık. Lake, 300 mil uzakta indiklerini, küçük çapta buz erittiklerini ve sondaja başladıklarını bildiriyordu. Altı saat sonraki çok heyecanlı ikinci mesaj ise, çılgınca ve hummalı bir çalışmayla fazla derin olmayan bir delik açılıp patlatıldığını ve ilk büyük şaşkınlığa yol açan izlere benzer birçok iz taşıyan yeni arduvazlar keşfedildiğini anlatıyordu.

Üç saat sonra aldığımız kısa bir mesaj, şiddetli bir fırtınaya rağmen yeniden uçmaya başladıklarını haber veriyordu; daha fazla tehlikeye atılmalarına karşı itirazımı bildiren mesajıma Lake, her türlü tehlikeyi göze almaya değecek nitelikte numuneler elde etmiş olduğu şeklinde kısa ve ters bir yanıt verdi. Heyecanının isyan derecesine ulaşmış olduğunu ve keşfin başarısını düşüncesizce tehlikeye atmasına karşı elimden bir şey gelmeyeceğini gördüm; ama Lake’in Kraliçe Mary ve Knox Toprakları’nın yarı bilinen, yarı kuşkulanılan sahil hattına doğru uzanan, yaklaşık bin beş yüz millik, fırtınaların ve anlaşılmaz gizemlerin güvenilmez ve sinsi uçsuz bucaksız beyazlığının derinliklerine git gide daha fazla dalmakta olduğunu düşünmek çok korkutucuydu.

Sonra, bundan bir buçuk saat sonra Lake’in hareket halindeki uçağından, bütün duygularımı tersine çeviren ve onlarla birlikte gitmiş olmayı dilememe yol açan iki misli heyecanlı mesaj geldi: “Akşam 10.05. Havadayız. Tipinin ardından, bugüne kadar görülmüş en yüksek sıradağlar önümüzde belirdi. Yaylanın yüksekliği de dikkate alınacak olursa Himalayalar’a eşit olabilir. Muhtemel koordinatlar: 76“ 15′ enlemi, 113” 10’ Doğu boylamı. Dağlar, sağa ve sola doğru göz alabildiğine uzanıyorlar. İki koniden duman çıkmakta olduğunu sanıyoruz. Dağ dorukları simsiyah, hiç kar yok. Dağlardan doğru esen sert rüzgârlar uçağı idare etmemizi zorlaştırıyor. ”

Bundan sonra Pabodie, adamlar ve ben nefesimizi tutarak alıcıya yapıştık. Bu dev dağ silsilesi yedi yüz mil uzağımızda olmasına karşın, yüreğimizin derinliklerindeki macera duygularını tutuşturmuştu; şahsen içinde yer alıyor olmasak da bu keşfi ekibimizin yapmış olmasından büyük sevinç duyuyorduk. Yarım saat kadar sonra Lake yeniden aradı: “Moultonün uçağı dağın eteklerinde yaylaya inmek zorunda kaldı, ama kimse yaralanmadı, uçak muhtemelen onartabilecek durumda. Geri dönmek ya da gerekli olursa ileriye uçmak için önemli malzemeler diğer üç uçağa aktarılmalı, ama şimdilik zor uçuşlar gerekmiyor. Dağlar düş gücünü aşıyor. Carroll’ın yükü boşaltılmış uçağıyla keşfe çıkacağım.

Böyle bir şeyi hayal bile edemezsiniz. Dorukların en yüksekleri on bin metreyi aşıyor olmalı. Everest’in hiç kazanma şansı yok. Ben Carroll ile uçarken, Atwood teodolitle yüksekliği saptamaya çalışacak. Koniler hakkında büyük bir olasılıkla yanıldım, katmanlı bir oluşuma benziyorlar. Aralarına başka katmanlar da karışmış Prekambriyen arduvaz olabilir. Ufuk çizgisinde tuhaf görüntüler – dorukların en yükseklerine tutunmuş küplerin muntazam kesitleri. Alçak kutup güneşinin kızıl-sarı ışığında her şey muhteşem. Düşte görülen gizemli bir ülke ya da ayak basılmamış yasak dünyanın giriş kapısı gibi. Keşke burada olup kendi gözlerinizle görseydiniz.”

BU İÇERİĞİ NE KADAR BEĞENDİNİZ?

Puanlamak için bir yıldıza tıklayın!

Ortalama değerlendirme 0 / 5. Oy sayımı: 0

Şu ana kadar oy yok! Bu gönderiye ilk oy veren siz olun.

Bu yazı sizin için yararlı olmadığı için üzgünüz!

Bu gönderiyi geliştirelim!

Bize bu yazıyı nasıl geliştirebileceğimizi söyleyin?

Keşfet

ParanormalHaber sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et

ParanormalHaber sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et