İlk Namaz – Ömer Seyfettin Hikayesi
1 Kânun-ı sani 320 – Oh, bu sabah ne kadar soğuktu. Yatağımın hararetlerini terk ettiğim vakit, çılgın fırtınalarla haykırarak, tehditkâr rüzgârlarla camları döverek geçen gecenin bütün bürudetini massetmiş olan soğuk terliklere çıplak ayaklarımı sokunca içimde bakıyye-i leyl bir üşümenin titrediğini hissettim. Hizmetçim tabiî uyuyordu, onu bu yakıcı soğukta sıcak yatağından kaldırmağa acırdım. Odamın kapısını açtım. Dışarıda kesici ve parçalayıcı kışın müfteris soğukları yüzümü ve ellerimi tokatladılar.
Bu merhametsiz tokatların altında kollarımı sıvadım. Abdestimi aldım. Odama dönünce yalancı bir sıcaklık bir nefes-i teselli gibi, havlunun altından kollarıma, yüzüme, ıslanmış saçlarıma temas ediyordu. Daha fecr-i sadık uyanmamıştı. Fecr-i kâzibin donuk kırmızı sükûneti gecenin sürâdık-ı zalâm-ı bâridini parçalayarak büyüyor ve genişliyordu. Pencereye dayandım. Önümde, zîr-i payımdaki bütün evler, ebedî bir uykunun uyanılmaz kâbuslarını itmam ediyor gibi câmit ve bî-hayat, duruyorlardı.
Deniz nâ-mahdut bir incimâd-ı lâciverdî ile uyuyor ve fecrin zâil gölgeleriyle titreyen uzak ve sisli sahillere beyaz dalgalarıyla nihayetsiz bir hatt-ı fâsıl çiziyordu. Evlerin arasında fakir ve naçiz, fakat bir azamet-i maneviye ile semaya doğru yükselen eski camiin küçük ve ihtiyar minaresi daha boştu. Sonra… Bu dakika-ı ezeliyette bütün o intihâ-yı leyâl-i sincabî zulmetler maî bir şeffafiyet-i sürh gibi takattur ederken, minarenin şerefesinde genç müezzinin zıll-ı zaifi hareket etti. Ben hırkama bütün bütüne büründüm.
Soğuktan büzülmüş ve mütefekkir, bu kâinat-ı melûl ü esmere karşı unutulmaz bir hitab-ı ulûhiyetin hatırası gibi derinden âkisi ve ruhumu lerziş-i haşyet eden ezanı dinlerken, on beş senedir kalkabildiğim bu büyük ve meşbû’-ı rûhaniyet sabahların birincisini düşünüyordum. Ah on beş sene evvel… Şimdi muhit-i tesellisinden ne kadar uzak bulunduğum annem, dünyada en sevdiğim, dünyada yegâne perestiş ettiğim bu vücud-ı muhterem, işte der-hâtır ediyorum, on beş sene evvel beni ilk sabah namazına kaldırmış idi.
Galiba yine böyle bir kıştı. Onun odasına bitişik olan küçük odamdaki küçük karyolamda uyurken bir buse-i esir ü hâr gibi alnımı okşayan nazik eliyle, nazik, ince parmaklarıyla saçlarımı tarayarak “Haydi Ömerciğim kalk” demişti, “kalk, haydi yavrucuğum.” Ben gözlerimi açmıştım. Köşedeki küçük yazıhanemin üzerinde yanan küçük gece kandili –ah bunu unutamam, bu bir kedi kafası idi– iki pencereli olan odamın beyaz, muşamba perdelerinin esmerliklerini aydınlatıyor ve yeşil, câmid gözleriyle bana bakıyordu.
“Fakat anneciğim” demiştim, “daha gece…” Her vakit öptüğü yerden, sol kaşımın ucundan tekrar öperek “Yok yavrucuğum, saat on iki, sonra vakit geçer” diye koltuklarımdan tutarak kaldırdı. İçi fanilâlı küçük terliklerimi giyerek ve gözlerimi yumruklarımla ovuşturarak onu takip ettim. Karanlık sofadan bir lâhzada geçerek odasına girdik. Bağdaş kurmuş bir zenciye benzeyen siyah ve alçak soba gürüldeyerek yanıyordu. “A… Pervin de kalkmış…” Pervin –hizmetçimizdi– elindeki sarı güğümü sobanın üzerinden indiriyordu.
Onun kalkacağına hiç ihtimal veremezdim. Annem demişti ki: “Pervin her sabah kalkar.” Ben hiç kalkmadığım hâlde onun her sabah kalkmasına taaccüp ettim. Hırkamı çıkardılar, kollarımı sıvadılar, abdest leğeninin yanına çömeldim. Anneciğim “Öyle yorulursun” diye küçük bir iskemleyi altıma koydu, ona oturdum: “Haydi, besmele çek…” Pervin ılık suyu ellerime döküyor, annem başucumda “Yüzünü… şimdi kollarını, yine üç defa…” diye fısıldıyor, unuttukça “A! Hani başına mesh?..” gibi ihtarlarla yanlışlarımı bana tekrar ettiriyordu.
Abdest bitince annemle beraber yavaş bir sesle namaz dualarını okuyarak kollarımı ve yüzümü kuruladık. Pervin de ayaklarımı kuruladı ve çoraplarımı giydirdi. Isınmak İçin sobanın önüne gitmiştim, arkama dönünce annemi Irakıyye seccadeyi açıyor gördüm… Sonra başına yeşil başörtüsünü örterek beni çağırmıştı: “Gel…” Gittim. Küçücük ben, oh onunla bir seccadede, bir yavru samimiyet ve saadetiyle o muazzez, o hassas anne vücudunun yanında durdum, iki lâkırdı ile bana yapacağımı, evvelden öğrettiklerini tekrar etti:
“İki rekât sünnet… Gece öğrendiklerini zammet, unutmadın ya?..” “Hayır…” “Haydi…” O iftitah tekbirini ellerini omuzlarına kaldırarak bir kadın gibi yaparken ben de gayr-i ihtiyarî onu taklit etmiştim. Sünneti bitirdikten sonra bana, gözlerinin nûşin ve nâfiz tebessümüyle gülerek “Yavrum” demişti, “sen kadın mısın?.. Kadınlar öyle başlar, sen erkeksin, ellerini kulaklarına götüreceksin.” Ve hararetli elleriyle benim küçük ellerimi kulaklarıma kaldırarak, “İşte böyle…” diyerek erkek iftitahını öğretti. Ben de tekbiri öyle alıp annemden farkımı, niçin erkek olduğumu, erkekliğin ne olduğunu, erkek olmanın yalnız küçük kızları dövmek ve onlara hâkim olmaktan başka da farkları olacağını düşünerek namazı bitirdim.
Dua ederken sordum ki: “Nasıl dua edeceğim anne?..” O dua ediyor ve dudakları hareket ettikçe başörtüsü de ihtizaz eder gibi oluyordu. Başını salladı, duasını bitirdikten sonra, daha hâlâ hatırımda, “Evvelâ İslâm olduğum için ey cenâb-ı vâcibü’l-vücut hazretleri, sana hamd ederim, de… Sonra vatanımızın düşmanlarını perişan etmeni senden istirham ederim, de… Sonra da bütün eziyet çeken, hasta olan, felâkette bulunan, fakir olan Müslümanların selâmet ve sıhhatlerini senden temenni ederim, de… En sonra kendin için, kendi iyi olman ve şeytanın yalanlarına aldanmaman için dua et!” demişti.
Ben bu basit ve Türkçe duayı, annemin dolabındaki birbiri üstüne duran ve karıştırmaklığım “Dua kitaplarıdır, sakın ilişme!..” ihtarıyla daima men olunan, yıpranmış, Arapça ve esreli-üstünlü kitapları der-hâtır ederek içimden söyledim; sonra Fâtiha… Annem seccadeyi toplayarak bana uyuyup uyumayacağımı sordu, uykum var mıydı, bunu bilmiyordum… Cevap vermedim. “Haydi öyleyse, git kitabını getir, dersini dinleyeyim.” “Peki.” Artık esmer ve duman gibi bir aydınlıkla tenevvür eden sofadan hızla geçtim.
Odamın perdeleri biraz beyazlaşmış, küçük gece kandilinin yemyeşil gözleri sönerek siyah iki nokta gibi kalmış; sanki, geceleri kendisine bakarak uyuduğum bu kedi kafası ölmüş; terk-i hayat etmişti. Yazıhanemin üstünde açık duran kitabımı kaptım, annemin yanına koştum, hiç yanlışım çıkmadı. Annem geceleri derdi ki: “Yatmazdan evvel dersini üç defa oku yavrum, uyurken melâikeler sana onu öğretir.” O melâikeler bu gece de, uykumda bana dersimi öğretmişlerdi.
Annem müşfik âferinlerle saçlarımı okşadı ve “Daha mektebe çok vakit var” diye beni kendi yatağına yatırdı. Uykum yoktu, anneme bakıyordum; yeşil başörtüsü başında, bu zulmet-i münevvere içinde, bir hayal gibi hareket ederek Kur’an’ını aldı ve pencerenin kenarına, geniş sedire oturarak mühtez ve rakik sesiyle tilâvete başladı. Ruhumda bir aks-i enîn-i şiir-âlûd bırakan bu güzel sesi dinleyerek… büyük, yeşil başörtüsünün altında, tıpkı ölen bir hemşireme benzeyen güzel ve asım çehresini görerek… ve yavaş yavaş sallanan mukaddes başının aheng-i hafif-i münacâtını seyrederek dalıyordum.
Perdelerin altından görülen dumanlı sema gittikçe aydınlanıyor, geç kalmış birkaç yıldız koyu lâcivert bir atlasa düşmüş maî ve nadide elmaslar gibi büyüyor, vâpesîn-i maî neşrederek parlıyorlardı. Annemi bir meleğe benzetiyordum, bu tahayyülle melâikeleri düşünerek… Kur’an okuyan annemin şimdi etrafına toplanmaları lâzım gelen melâikeleri müşahede ediyorum zannederek dalıverdim.
Yüzümün üstünde, ahirette güller bitecek ve cehenneme girecek olursam katiyen yanmayacak olan sol kaşımın ucunda tatlı bir ürperme duyuyor, sonra annemin münevver bir zambak aydınlığıyla parlayan dudaklarının kımıldanmasına bakarak… o görülemeyen melâike kanatlarının saçlarıma, annemin şimdi Kur’an tutan ince parmaklarıyla okşadığı sarı ve çok saçlarıma dokunduklarını hisseder gibi oluyor ve dalıyordum…
Ah on beş sene evvelki sabâvet ve şimdiki ben… Tatsız, neşvesiz, muhabbetsiz, aşksız ve heyecansız, her şeysiz, boş bir hiçten daha boş geçen hayat-ı sermâ-yı taab-âlûd… Şimdi mülevves emellerle, hırslarla, hakikatte kıymetsiz olan baîdü’l-vusûl arzularla, hâsılı bütün bunların bir icmal-i mebhûtu olan o sebepsiz ve tahammül-sûz bî-kararlıklarla mecruh olan ruhum, mecruh olan kalbim ve maneviyetim…
Şimdi daha bu gece görülmüş gibi, on beş saniye evvel görülmüş ruhanî bir rüya-yı kıymettar gibi saadetleri unutulamayan ve zaten velveleli ve hüsran-hîz bir rüya olan bu ömr-i fâni içinde yalnız kâbus olmayan sabâvet ve hatıratı… Şimdi düşünüyorum ki, hayatta bu muztar ve şefkatsiz mazilerin güzâriş-i ademinden mütehassıl ne garip bir hiçlik, ne zeval-perver ve pür-hayal bir beyhudelik, ne müphem, ne esrar-âlûd bir sürat var!..