İlk Kurban

14
0
(0)

Ergenliğe yeni girmiş bir bireyin babasıyla ilk defa kurban kesimine gitmesini anlatan ancak sonu büyük bir sürprizle biten bir fantastik bilim kurgu hikayesi

Fantastik Hikayeler – Heyecanla yatağından kalktı. Bugün bayramdı. Kıyafetleri akşamdan hazırlanmış, özenle yatağının başucuna yerleştirilmişti. Sevinçle bayrama özel hazırlanmış yepyeni kıyafetlerine baktı. Neşe içinde koşarak banyoya gitti. Şanslı günündeydi! Banyo boştu. Sıradan günlerde ne zaman sabah banyosu için kapının önüne gelse kilitli bulurdu.

Ablası, okula gitmesi gerektiği için hep erkenden kalkıp, banyoyu işgal ederdi. Bitişiğindeki odada kalan ablasıyla aynı banyoyu paylaşmak işkenceydi. Ablası, ergenliğe yeni girmiş bir genç kız olarak, okuldaki oğlanlara güzel görünmek için olacak ya da rakibelerinden daha havalı görünmek için; oldukça uzun zamanlar geçirirdi banyoda. Eskiden böyle değildi ama. Ergenliğin; büyümekle, yetişkin olmakla ilgili bir safha olduğunu biliyordu da ergenlikte ablasını bu kadar çekilmez yapanın ne olduğundan emin olamamıştı bi’ türlü. Kendisi ergenliğe girdiğinde böyle olmayacaktı. Buna emindi.

Hem ilk defa babasının kendisini kurban kesmeye götüreceği bir bayram sabahına uyanmanın hem de banyoyu boş bulmanın sevinciyle; çabucak çişini yapıp, dişlerini fırçaladı. Başka zaman olsa bunun keyfini çıkarmak, biraz da ablasının, dolu mesaneyle kendisine yaşattıklarını ona yaşatmak için işini uzattıkça uzatmak isteyebilirdi. Ama bugün değil… Bugün babası onu, ilk defa olarak kurban kesmeye götürecekti. Bu; artık büyüyüp, gerçek bir erkek sayıldığına dair ilk işaretti. Babası bu sene, sadece kesimi izleyebilmesi için yanında götürecekti onu. Ama seneye… Seneye; derslerine iyi çalışıp, ödevlerine gereken özeni gösterir ve evdeki bütün sorumluluklarını yerine getirirse belki bir tane de kendisinin kesmesine izin verebileceğini söylemişti. İşte o zaman tam bir erkek sayılacaktı. Gerçek erkek! Bunun için sabırsızlanıyordu.

Banyonun kapısı sabırsızca tekmelenmeye başladığında, ablasının da uyanmış olduğunu anladı. Kapıyı hızla açarak çıktı ve yatağının başucunda kendisini bekleyen bayram kıyafetlerini, alelacele ama yine de büyük bir özenle giymek için koşar adım odasının yolunu tuttu. Giyinmeyi bitirir bitirmezse geniş evlerinin giriş katındaki büyük salona doğru koşturdu. Ebeveynleri de uyanmış, hazırlıklarını çoktan bitirmişlerdi hatta. Normal günlerden birinde olsalardı eğer güne, neşeli ama daha çok da telaşlı bir kahvaltıyla başlayacakları geniş mutfak masasının etrafında buluşurlardı. Ama bugün bayramdı ve bu bayramda; kurban sahiplerinin, kurban etiyle açacakları bir oruç tutmaları adettendi. 

Babası “Seni bu kadar erken hem de kendiliğinden uyanmış olarak görmek gerçekten de ender rastlanan bir durum. Bugün gerçekten de olağanüstü bir gün olmalı” diyerek, şakacıktan takıldı biricik oğluna. Ama o kadar heyecanlıydı ki babasının bu sözlerini ya gerçekten duymadı ya da duymazlıktan gelmeyi yeğleyerek doğruca sadede geldi. Zira babasının sözleri, bir espri olarak dahi pek parlak sayılmazdı. Doğrudan bir cevabı hak etmiyordu. “Ne zaman gidiyoruz baba? Beni de götüreceksin değil mi? Bak söz vermiştin! Unutmadın değil mi?” Oğlunun bu çocukluk heyecanını oldukça sevimli bulan babası “Ağzımızdan çıktıysa söz vermişiz demektir. Hazır mısın bakalım?” diyerek çocuğu yanıtladı. Babası da en az oğlu kadar heyecanlı görünüyordu. Yine ablasını her zaman olduğu gibi beklemeleri gereken zamandan daha uzun bir süre bekledikten sonra; ailece evden çıktılar.

Kesim mahalli, evden çok uzak olmadığı için herhangi bir araca binmek yerine yürüyerek gitmeyi tercih ettiler. Kurban bayramlarında; halkın, bu kutsal etkinliği kolayca gerçekleştirebilmesi için hemen her yerleşim biriminin yakınlarına geçici kesimhaneler kurulurdu. Üç gün boyunca aralıksız hizmet verecekleri festival sona erdiğinde kaldırılır, ilgili alanlar, öncesinde hangi işlev için kullanılıyorduysalar, o işleve geri dönerlerdi. Kurbanları bu modern kesimhanelerde boğazlamak, yasal olarak mecburi değildi ama seçkin aileler tarafından çoğunlukla tercih edilen yöntemdi. Daha az medeni ya da sonradan görme olanlar, evlerinin bahçesinde yahut yol kenarlarında kesmeyi tercih edebiliyorlardı. 

Şükür; kendi ailesi, birden çok kurban kesebilecek olduğu kadar kestikleri kurbanları komşular görsün diye yol kenarlarında boğazlamayacak kadar da zengin ve medeni idi. Kurban kesim alanına doğru acelesiz yürüyüşleri devam ederken tam yeri ve zamanının geldiğini düşünerek, bir süredir kafasını kurcalayan bir meseleyi sormak üzere babasına seslendi: “Baba! Yeni komşularımız dinsiz mi?” “Önce bu fikre ner’den kapıldığını sorabilir miyim?” “Çocukları benimle aynı sınıfta, yan sıramda oturuyor. Aynı zamanda komşumuz da olduğu için ders sonrasında tanışmak, arkadaş olmak için yanına gittim.” “Eee? Anlaşabildiniz mi bari? İyi bi’ çocuk mu?”

“Sanırım öyle. Genelde sessiz. Pek arkadaş edinemiyor ya da daha doğrusu arkadaş edinmeyi pek sevmiyor gibi. Ders aralarında diğerlerine katılmak yerine; tek başına kitap okumayı tercih ediyor…” “Bence bu iyi bir şey… Peki komşularımızın dinsiz olduğunu sana düşündüren nedir?” “Kitap okuması değil tabii ki. Onunla sohbet ederken konuşacak konu bulmak zor. Soru sorduğunda; kısa cümlelerle cevap veriyor çoğunlukla. Ben de konu açmak için bu sene kaç tane kurban keseceklerini sordum. Kesmeyeceklerini çünkü bunun barbarca olduğuna inandıklarını söyledi. Gerçekten de öyle mi baba?” 

Babası cevap vermeden önce düşüncelerini toparlamak maksadıyla kısa bir süre duraksadı. Hassas bir konuydu. Kendileri dindar bir aile sayılırlardı ama yobaz, koyu softa da değillerdi. Ayrıca konu salt dini bir mesele değildi. Kurbanın, bulundukları toplumda dini olduğu kadar, toplumsal statü göstergesi olarak da büyük önemi vardı. Bir bayramda Tanrı’ya ne kadar çok kurban adayabilirsen o kadar zenginsin demekti. Ayrıca o kadar da dindar sayılırdın ki toplumda dindarlık, neredeyse zengin olmak kadar itibar getiren bir sıfattı. Bazı marjinal gruplar, her ne kadar bu kurban olayına karşı çıkıyor olsalar da onların bir önemi yoktu.  Bi’ kere onların hepsi dinsizdi. Dinsiz olmaları, her ne kadar yasalar veya toplum nezdinde suç sayılmasa da itibarlarını artırmadığı da bir gerçekti. 

Ayrıca bu konudaki tezlerinin hepsi de saçmaydı. Çünkü “Kendisine olan sevgilerini kanıtlamaları için kullarından fedakarlık bekleyen ve bunun için de başka canlıların boğazlanmasını emreden bir tanrı, asıl fedakarlığı yapanın kurban kesenler değil de kurbanlıklar olduğunu fark edecek kadar zeki olmalıydı” şeklinde düşünmeleri mantıksızdı. Hem şu da gayet açıktı ki tanrı onları kendi suretinde ve kendisi gibi güçlü yaratmış ve evrendeki her şeyi onlara hizmet etmek için var etmişti. Tanrıyı bizzat gören kimse olmadığı için başkalarını da kendi suretinde yaratıp yaratmadığı konusu binyıllardır ilahiyatçılar arasında tartışma konusu olagelse de bütün ilahiyatçılar, evrenin ve içindeki her şeyin onlara hizmet etmek için var edildiği konusunda hemfikirdiler. 

Zaten bütün canlılarda onlara hizmet etmekle ilgili var olan içgüdünün mevcudiyeti de bu tezi “kepkesin” bir kesinlikle kanıtlıyordu. Ama çocuklarının açık fikirli ve başkalarının inançlarına saygılı, modern bireyler olarak yetişmesini istediği için bütün bunları; oğluna, düşündüğü açıklıkla anlatmamaya karar verdi. Bunun yerine: “Böyle düşündükleri için onları suçlayamazsın. Dinsiz olduklarını iddia etmekse fazla ileri gitmek olur. Ama şurası kesin ki bizler,  nihayetinde etçil yaratıklarız. Yaşamak için bunu yapmaya mecburuz. Dinimiz, bizden zaten yapmamız gerekmeyen bir şeyi istemiyor” dedi. Bu; oğlunun sorusunun tam karşılığı değildi ancak şimdilik idare eder görünüyordu. Sonuçta oğlu daha fazla üstelememiş ve dikkati çoktan başka şeylere kaymıştı bile. Zaten zamane gençlerinin en büyük problemi de buydu. Hiçbir şeye uzun süre odaklanamıyorlardı. Hep şu bilgisayar oyunları yüzünden…

Ailecek çıktıkları evin kapısından itibaren taptaze bir kan ve dışkı kokusu onlara eşlik etmeye başlamıştı. Ve dört bir yandan gelen; kurbanlıkların sevinç dolu çığlıkları. Görgüsüz diğer yan komşuları, kurbanlarını bu yıl da garajda kesmeye karar vermişti belli ki. Garaj kapısının altından oluk oluk kanın yola akışından belliydi. Neyse ki bu sene, en azından; geçen sene olduğu gibi; küçük yaştaki çocukların bu manzarayı görmeleriyle sonuçlanabilecek şekilde, bahçede kesmeye yeltenmemişlerdi. Doğrusu çok uygunsuz bir davranıştı bu. Ama yine de kurban karşıtı diğer kapı komşularının “yapmadığı” şey kadar kötü değildi. Sanki kendileri ot yiyorlardı. Bu ne ikiyüzlü bir kibirlilikti…

On dakika sonra, oturdukları semt için tahsis edilmiş kesim alanına vardılar. Oğlanın gözleri hayretle büyüdü. Demek böyle bir yerdi! Bu kadar geniş bir alana yayılmış olmasını beklemiyordu doğrusu. Aynı anda bu kadar çok insanı da daha önce hiç bir arada görmemişti. Kesilmek için sırasını bekleyen binlerce insan… Aslında onlardan birini yemek masası dışında, canlı ya da tek parça olarak gördüğünü de hatırlamıyordu.

Nasıl olduklarını elbette biliyordu. Okulda; tarih dersinde onlarla ilgili çok şey öğrenmişlerdi. Kafesler arkasında; her cinsten, her boydan, her renkten; kesilmeyi bekleyen binlerce kurbanlık insan vardı. İnsan satıcıları, her sene Dünya’nın dört bir yanından topladıkları yahut bu iş için yetiştirdikleri insanları, kurban pazarlarına naklederek, sene boyunca verdikleri emeğin karşılığını iki üç günde alıyorlardı. Çokları, bütün insanların birbirine benzediğini düşünse de o öyle olmadığını görüyordu. Bir kere hepsi aynı renkte değillerdi. Siyah olanları, beyaz olanları, rengi sarı veya kızıla çalanları… Ayrıca cinslerine göre lezzetlerinin de gayet farklı olabileceğini biliyordu. Mesela siyah olanları, diğerlerine nazaran daha az yağlı oluyordu genellikle.

Çoğunlukla gezegenin Kuzey bölgelerinde yetişen beyaz olanları ise daha yağlıydı. Yumuşak olmalarına karşın, siyah olanlar kadar besleyici sayılmıyorlardı diyet uzmanlarınca. Besi insanları da aynı şekilde daha yağlı ve ağır olmalarına karşın, doğal ortamlarından yakalanıp getirilenler kadar lezzetli olamıyorlardı. Artık çok az sayıda kalan, doğal ortamlarından yakalanıp getirilen insanlar, diğerlerine göre daha hareketli ve vahşi oluyorlardı. Onlar daha pahalıydı ayrıca. Ama çoğu kere lezzetleri buna değiyordu.

Kafesler arkasında kesim sırasını bekleyen insanların, aslında hangisinin besi, hangisinin doğal olduğunu anlamak da pek zor değildi. Daha uysal olan besiler, çevrelerinde olan bitenlere neredeyse tamamen kayıtsızdılar. İçinde bulundukları kafeslerde; bir yükleme boşaltma kapısı, bir de doğrudan kesim yerine açılan ve yine metal parmaklıklarla kaplı dar birer koridor bulunuyordu genelde.

Sırası gelen insan, kesim alanına alınıyor, tasma ve bilekliklerinin ucunda bulunan zincirler, yerdeki aksama bağlandıktan sonra; makineler marifetiyle; zincirleri yere doğru çekilerek, yatar pozisyonda sabitleniyorlardı. Sadece bir ayakları serbest bırakılan insanlar, yüzleri yana veya yukarı gelecek biçimde yatırılıp, boğazları yarılıyordu. Ancak kafaları hemen koparılıp bedenleriyle ilişkisi kesilmiyordu. Omurilik bağının ölene kadar kopmaması ve beyinlerinin, bütün sinir sinyallerini ölene kadar vücuda gönderebilmesinin sağlanması önemliydi. Çünkü bu esnada salgılanan adrenalinin, eti daha lezzetli yaptığı bilinen bir gerçekti. 

Her ne kadar protest gruplar, bunun barbarca olduğunu savunsalar da rahipler, bu esnada Tanrı’ya kurban edildiğinin bilincinde olan maktullerin; acı hissetmediği, Tanrı’nın onlara bu şekilde bir lütufta bulunduğu ve ancak bu şekilde; sadece tanrıya adanan kurbanlıkların alındığı, hayvanlar cennetine gidebilme şansına sahip olabildikleri gerekçesiyle, asıl; onları başka türlü kurban etmenin insafsızlık olduğu konusunda oldukça ısrarcıydılar. Sonuçta merhametli müminler olarak kimsenin cennete girme şansını elinden almak istemezlerdi.

Bu şekilde kesilen insanların tamamen ölmeleri uzun sürebildiğinden dolayı, kesim işlemini hızlandırmak amacıyla; boğazı kesilen insanlar, hemen; baldırlarından geçirilen kancalarla baş aşağı olarak askıya alınır, böylece kanlarının vücutlarından boşalması ve ölmeleri hızlandırılırdı. Çoğu insan, acıdan dolayı tamamen kasıldığı için bu esnada pek çırpınmazdı. Bu yüzden öldü kabul edilip, hemen deri soyulması işlemine geçildiği de olurdu. Derinin canlıyken soyulmasını din adamları pek tasvip etmeseler de söz konusu işlem lezzet açısından elzemdi.

Bütün bu süreçleri metal parmaklıklar arkasından izleyen besi insanlarının çoğu, sanki biraz sonra ölmeyeceklermiş gibi yemek yemeye veya çevrelerindeki dişilere kur yapmaya hatta çiftleşmeye devam ederlerdi. Hepsi çırılçıplak oldukları için bunu anlamak zor değildi. “Bunu niye yapıyorlar?” diye babasına sorma gereği hissetti. Babası, yüzünde hafiften gururlu bir ifadeyle: “Çünkü ilkeller. Eğer bazı marjinal bilim adamlarının iddia ettiği gibi yeterince zeki yaratıklar olsalardı; bizim gibi makineler yoluyla çoğalabilirlerdi. Bilindiği kadarıyla; bizler Ana Gezegen’den ayrılmadan önce bile bu şekilde çoğalıyorduk ki bunun neredeyse beş yüz bin yıl önce olduğunu göz önüne alırsak onların bize kıyasla ne kadar geride olduklarını anlarsın.”

İleride ani bir gürültü ve hareketlenme olunca, konuşmaları yarım kaldı. Kurbanlıklardan biri, biraz sorun çıkarıyor gibi görünüyordu. Ama birkaç dakikalık ekstra bir uğraşın ardından, onu da zincirler yardımıyla sabitleyip, boğazını yardılar. Zaten vahşi olanların çoğu, son ana kadar mücadele ederlerdi. Her ne kadar Tanrı’ya kurban edileceklerinin içgüdüsel olarak bilincinde olan ve bu yüzden aslında çok mutlu olan bu yaratıkların bazılarının, kurban edilmeye giderken bu kadar huysuz olabilmeleri, kafalarda bazı soru işaretleri doğursa da yüksek ilahiyatçılar bunun da açıklamasını gayet sarih şekilde hem de binlerce yıl öncesindan yapmışlardı:

Kurbanın uysallığı kabulüne işaretti. Kurbanlıklar, sahiplerinin niyetine göre; kurban edilişlerinin Tanrı tarafından kabul edilip edilmeyeceğine dair sezgisel bir ön bilgiye sahiptiler. Kendileri kurban edilerek ölecekleri için kurbanlıklar cennetine, sahiplerinin niyetleri sahih olsun veya olmasın kesin olarak gideceklerdi. Buna duydukları minnet nedeniyle; bazıları, sahiplerini samimiyetlerini gözden geçirebilmeleri ve niyetlerini düzeltebilmeleri gayesiyle bu şekilde uyarmaya çalışırlardı ki düşününce gayet mantıklıydı…

Kurbanlıkların büyük çoğunluğuysa, kesim alanına getirilmelerinden itibaren ya da çoğunlukla kesim sırasına sokulmalarıyla birlikte; kusmaya veya dışkılamaya başlarlardı. Bu; alana kan ve çiğ et kokusuyla yarışan başka bir kokunun yayılmasına sebep oluyordu. Kan ve et kokusu neredeyse standartken, dışkı ve kusmukların kokularının birbirlerinden bu kadar farklı olabilmesi ilginçti doğrusu. 

“Bizimkiler nerede?” diye sordu babasına. “Yetmiş doksandokuz numaralı kafes. Şu an dört numaranın önünde olduğumuza göre; karşı sıraya doğru doksanbeş kafes daha ilerleyeceğiz” diye cevapladı babası da. Neredeyse her yirmi metrede bir kesimin yapılmakta olduğu kafeslerin önünden ağır ağır yürümeye başladılar. Manzara heyecan verici derecede güzeldi. Her yerden oluk oluk kan boşalıyordu. Etçil yaratıklar olarak, onlar için kan kokusundan daha güzel olan tek koku vardı; o da etin kendisi. Ama kanın heyecanı başkaydı. Maksuda ulaşmadan önceki haberci… Tahrik unsuru…. Yaşanacak ziyafetin ön lezzeti…  

Uzayın dört bir yanına yayılmış, dolayısıyla da kültürleri kısmen farklılaşmış ırklarının diğer bazı kolonilerinde kan, başlı başına ayrı bir lezzet unsuru kabul ediliyor, kurbanlar kesilirken şah damarlarından fışkıran taze kanın tek damlasının bile zayi olmaması için özel önlemler alınıyordu. Kendileri kanı pek yiyecek olarak değerlendiren bir koloni değildiler. Sosyologlara göre buna ihtiyaç duyacakları kadar yoğun bir kıtlığı hiç yaşamamış olmalarıydı bunun sebebi. Ana Gezegen’den ayrılan on üç koloni, uzayın altı yönüne dağılmış, her biri başka bölgelerde kaderini aramıştı. 

Kendilerinin payına düşen kısım oldukça bereketliydi. Uzayın bu kısmında bolca organik yaşam vardı. Diğer bazılarının kendileri kadar şanslı olmadığı biliniyordu. Daha az besinle yaşamak zorunda olanları, yiyeceklerinin en ufak kırıntılarını bile değerlendirecek çeşitli yöntemler geliştirmişlerdi. Kan beslenmesi de bunun sonucuydu. Bir keresinde otantik bir restoranda ailece katıldıkları bir kutlama yemeğinde pıhtılaştırılmış insan kanının kurutulduktan sonra aromatize edilerek sunulduğu bir tatlı yemişti. Yemek davetini babası vermiş olsaydı tercihleri kesinlikle o tarz bir restoran olmazdı.

O tarz bir tatlıysa menüde asla kendine yer bulamazdı. Ama doğruyu söylemek gerekirse ki hiç de gerekmiyordu hatta babası sorduğunda tam aksini söylemesi olağan bir beklenti dahi olsa; o sevmişti. Babasının kökleşmiş sınıf bilinci; ırklarının avam sayılan belirli kesimlerinin sakil kültürel öğelerini takdir etmesini engelliyordu. Ama o sevmişti. Fırsat bulsa yine yerdi. Daha önce ağızda bu kadar kolay dağılan başka bir tatlı daha yemiş değildi… 

Bütün bunları düşünürken “Büyük Dağılma”nın ne zaman olduğu sorusu geldi aklına. Bunu hazır aklına gelmişken mutlaka babasına sormalıydı çünkü okulda bu konuda kendilerine çok da kesin bilgiler verilmemişti hiç. Sebebiyse; Büyük Dağılma meselesinin, bilimadamlarınca üzerinde kesin uzlaşı sağlanabilen konulardan biri olmayışıydı. Bir sürü farklı tez dolaşıyordu ortalıkta.

İmparatorluğun resmi eğitim politikası, gençleri önyargılardan uzak tutarak yetiştirme hedefinde olduğu için bu tip tartışmalı konularda ya tüm tezlere dengeli biçimde yer verilirdi müfredatta ya da tez sayısı aşırı fazlaysa neredeyse müfredattan tamamen kaldırılarak denge sağlanmaya çalışılırdı. Bu durumda konu ders kitaplarında bir iki üstünkörü genel ifadeyle zikredilerek geçiştirildi. Önemli olan öğrenmek değil öğrenmeyi öğrenmekti. Bu en ideal istemdi. Herkes önemli olan öğrenmek değil, öğrenmeyi öğrenmektir diye düşündüğü sürece; hiç kimse doğru dürüst hiçbir şey öğrenemiyor, böylelikle de politikacı ve din adamlarının imparatorluğu yönetmesi önemli ölçüde kolaylaşıyordu… 

Onun babası farklıydı ama… Babası, hükümetçe Büyük Dağılma konusunu derinlemesine araştırmakla görevlendirilmiş binlerce akademisyenden müteşekkil özel komisyonun kıdemli üyelerindendi. Bu konuda gerçek yahut gerçeğe yakın bir bilgiye sahip biri varsa o da babasıydı. Keza “Büyük dağılma ne zaman oldu baba?” diye öylece soruverdi. Bunun akademisyenler arasında binlerce yıldır önemli bir tartışma konusu olduğunu bilmesine rağmen… Babası da aynı kayıtsızlıkla yanıtladı: “Son verilere göre yaklaşık beş yüz bin yıl kadar önce” “Dünya takvimine göre mi Ana Gezegen takvimine göre mi?” “Bu cevaplaması zor bir soru” diye yanıt verdi babası “Sen, bu gezegende doğan ilk jenerasyondan olduğun için zaman algın ağırlıklı olarak buranın şartlarına göre çalışıyor. Lakin bildiğin gibi Ana Gezegen takvimi, bu gezegenin, kendi güneşi çevresinde yaklaşık olarak beş kere dönmesine yakın bir süreyi bir yıl olarak kabul ediyor. Beş yüz bin yıl derken kast ettiğim tabii ki Ana Gezegen takvimi.  

Biliyorsun ki neredeyse diğer on iki koloninin hemen hepsinin bu takvimin başlangıcı ve yıl ölçütüyle ilgili olarak farklı inanç ve teorileri var.” “Bir yıl bir yıldır ve kesindir. Bu kadar ihtilaf olması sence de saçma değil mi baba?” “Zannettiğin kadar basit değil. On üç koloninin kayıp olan on üçüncüsü hariç hepsi, birbiriyle fiziksel olarak olmasa da iletişim cihazları aracılığıyla her zaman irtibatlı oldu. Ama buna rağmen her koloni, içinde bulunduğu şartların sonucu olarak, çeşitli kültürel değişimler yaşadılar. Bunun olması sosyolojinin değişmez bir kuralı. Düzenli olarak iletişim kurulmasına rağmen dillerimiz bile önemli ölçüde farklılaştı. Takvim konusu da böyle. Kimileri, Ana Gezegen takviminin, gezegen daha yok olmadan evvel kullanılmakta olduğunu, bunun başlangıcının da büyük habercinin doğumu olduğunu savunurken bir kısım diğeri, gezegen çapında yaşanan bir tufanın o devirlerde başlangıç kabul edildiğini ama çoğunluksa, bu takvimin başlangıcının; Ana Gezegen’in yok oluşu olduğu konusunda ısrarcılar.”

“Peki oradan niye ayrıldık?” “Bunu sana okulda öğretmiş olmaları gerekmiyor muydu?” “Baba! Sen de biliyorsun ki bize orada gerçekten olanları değil, olduğunu düşünmemizi istediklerini öğretiyorlar. Resmi Arkeoloji Kurumu Kıdemli Arkeoloğu olarak bu konuda zaten senden yetkin çok az kişi var. Bense senin babam olman ayrıcalığından faydalanarak, gerçeği öğrenmek istiyorum. Gerçek gerçeği!” 

Henüz ergenliğe girmiş bile sayılmayan oğlunun (Ana Gezegen takvimine göre elli yaşını doldurmamış olanlar ergen sayılmıyordu) bu derece entelektüel merakları olmasıyla içten içe gurur duyan babası, bu soruyu samimiyetle yanıtladı: “Sorun aslında tam olarak gezegenin doğal kaynaklarının tükenmesi değildi. Asıl sorun bu kaynak azlığının” (sesini gayrı ihtiyari olarak azaltarak ve oğluna doğru eğilerek) “Anılması yasak günaha yol açmasıydı…”

Duyduğu, çocuğu gerçekten de şaşırtmış aynı oranda da merakını kamçılamıştı. Anılması Yasak Günah, kimsenin aklına onu işlemek gelmesin diye hiçbir zaman dillendirilmezdi. Bu yüzden çoğu kimse onun ne olabileceğine dair en ufak bir sahibi bile değildi. Ama kendisininki gibi yüksek bürokrasi ve akademisyenlerden oluşan ailelerde bazı şeyler daha rahat ifade edilebilirdi. O, Anılması Yasak Günah’ın; kendi ırklarından birinin, herhangi bir şekilde öldürülmesi olduğunu biliyordu. Oğlunun yüzündeki dehşetten, Anılması Yasak Günah’ın ne olduğunu bildiğini anlayan baba, kendine açıklayamadığı bir biçimde bu durumdan da hoşnut olarak açıklamasını sürdürdü:

“Ana Gezegen’de, şimdi ne olduğu unutulmuş bir hastalık yüzünden yiyebileceğimiz canlılar o kadar azalmıştı ki gezegen üzerindeki uluslar, bunları paylaşmak için savaşma noktasına gelmişlerdi. Hatta bazı iddialara göre bu olmuştu. Ama hakim görüşe göre; böyle olmasının önüne geçebilmek gayesiyle, yiyecek kaynağı olacak canlılık sahibi yeni gezegenler bulunması için kolonilerin uzaya dağılmasında gezegen çapında uzlaşma sağlandı. Filolar havalandıktan sonra gezegenin neden infilak ettiğiyse hala muamma.”

Oğlu söylediklerini hazmedebilsin diye bir süre sessiz kaldı. Az önlerindeki bir kafeste, dişi olduğu anlaşılan bir insan, almasınlar diye; muhtemelen yavrusu olan bir diğer insanı dokunaçlarıyla kapsamaya çalışıyordu. Bunu yaparken de çok fazla gürültü çıkarıyorlardı. Kasaplar, en sonunda çareyi ikisinin de kafalarına sert bir cisimle vurarak bayıltmakta buldular. Kesilirken tamamen diri ve uyanık olmaları gerektiği için ayılana kadar beklemeleri gerekecekti şimdi. Her ne kadar kesim alanının üzeri kapatılmış olsa da dışarıda başlayan yağmur, önce tane tane, kendini pek hissettirmeden, birkaç dakika içinde ise tenteleri dövercesine, kesim alanının üzerine inmeye başladı. Bu; iyiye işaretti. Bir halk inanışına göre; kurbanların kabulüne delalet ediyordu.

Doksandokuz numaralı ahıra vardıklarında, manzara gerçekten de etkileyiciydi. Bu ahırda sadece erkek insanlar vardı. Ve hepsi de kesim alanında bulunanların en cüsselileriydiler. Belli ki hiçbiri çiftlik insanı değildi çünkü hiçbirinin vücudunda yarım gram bile yağ gözükmüyordu. Adeta bedenleri salt kastan oluşuyordu. Lök et. Satıcıları, daha etkileyici görünsünler diye bütün vücutlarını tıraşlayıp, daha da leziz görünmelerini sağlayacak şekilde yağlamıştı. Böylelikle; en ufak hareketlerinde bile vücutlarındaki kaslar kendilerini kımıl kımıl belli ediyor, görenlerin daha şimdiden ağızlarının suyu akıyordu. 

Pazarda satılan en kaliteli, tabii olarak da en pahalı kurbanlıklar buradaydı. İlginç bir şekilde; bu ahırdaki kurbanlıklardan hiçbiri, diğer kafeslerdeki besi insanları gibi uyuşuk, duyarsız olmamasına rağmen gözleri önünde gerçekleşen kesim işlemine de agresif tepkiler vermiyorlardı. Sırası gelen, uysalca kesim alanına ilerliyor ama yere sabitleyen kancalara zincirlendikten sonra ise buraya kadar olan uysallıklarına mugayir şekilde vahşileşiyorlardı.

Çıldırmış gibi zincirlerine asılıp, sanki onları koparıp, kaçmak istercesine güçlerinin sonuna kadar zorluyor, kurbanlıklarının bu sıra dışı saldırganlıklarının kendilerine hiçbir şekilde yönelmediğini bilen kasaplarsa; durup, sadece güçlenin tükenmesini bekliyorlardı. Zincirlenen insan tamamen tükendiğindeyse sadece iki tanesi üzerine yürüyüp, kolaylıkla deviriyor boğazına keskiyi çalıyorlardı. Muhtemelen kesim alanındaki en az yorulan kasaplar bunlardı. İnsanların bazen böyle tuhaf mantıksız tepkileri olabiliyordu ki bu normaldi. Sonuçta zihinsel olarak pek de gelişmiş varlıklar oldukları söylenemezdi. İlkellerdi sonuçta.

Kendi kurbanlıklarını da buradan alabilmiş olmaları, büyük şanstı doğrusu. Bulundukları yer, şehrin sosyetesinin toplanma mekanıydı şu anda adeta. Bunda tabii ki bu ahırda satılan insanların fiyatlarının diğerlerininkilere kıyasla, en az; dört katı pahalı olması birincil etkendi. Doğruyu söylemek gerekirse başkaca da bir etken yoktu. Kendilerinden iki sıra önde bekleyen; şehrin emniyet birimlerinin Başkomiseri, onun arkasındaki ise yerel Mahkeme Başkanı idi.

Kendilerinden hemen sonra alana gelip, arkalarında beklemeye başlayan aile ise sadece şehrin değil tüm koloninin en saygın din adamlarından birinindi. Yaygın nezaket kuralının gereği olarak; hemen arkalarında bekleyen dini lider ve ailesine kendi sıralarını teklif ettiler. Din adamı ve eşi ise tam da kendilerine yakışan bir tevazuyla bu teklifi hemen kabul ettiler. Böyle yaparak onları da şereflendirmiş oldular. 

Babası halinden gayet memnun görünüyordu. Babasının kim olduğunu ve neyle ilgilendiğini bilen din adamı, bir kısmını buraya gelirken konuşmuş oldukları; Ana Gezegen’le ilgili son bulgular hakkında babasına bazı sualler sordu. Din adamları nedense bu gibi konularda hep fazla ilgili oluyorlardı. Bekleme süreleri tahmin etiğinden kısa oldu. Seçkin kurbanlık sahiplerini fazla bekletmek istemeyen kasaplar, insanların boğazlarını kestikten hemen sonra, canlarının çıkmasını beklemeden hızlıca çengele asıp, derilerini canlı canlı soyuyorlardı.

Bu manzarayı izlerken, ilk izleniminin hiç de hatalı olmadığını gördü. Kesik boğazlarından, bir yandan hırıltıyla nefes almaya çalışıp, bir yandan da tamamen koparılmayan kafaları nedeniyle; derilerinin soyulmasının müthiş acısını sinir sistemlerinde hisseden kurbanlıklar, rahatsız pozisyonlarının elverdiği kadarıyla çırpınmaya çalışıyorlardı. Büyük bir ustalıkla; neredeyse hiç berelenmeden, tek parça olarak soyulan derilerinin altında gerçekten de gram yağ yoktu. Soyulmuş derilerin altında artık çılgınca seğiren kana bulanmış kaslar, muhteşem birer ziyafet vaat ediyorlardı.

Sıra onlara, dolayısıyla da kendi kurbanlıklarına geldiğinde, aynı sıranın önünde beklemiş veya arkasında beklemekte olan herkesin gözlerindeki haset, nereyse açıkça okunabilecek düzeydeydi. Çünkü aileden zengin olduğu bilinen Belediye Başkanı bile sadece üç kurban kestirirken, bir tek onlar dört tane kestireceklerdi. Ve tüm ahırın en yağız, en diri, en iri kurbanlıkları bunlar olmalıydı. Kurbanlıklarının dördü de birbirinin peşi sıra, bekleme ahırı ile kesim alanı arasındaki dar koridora sokuldular.

İnsanların gayet itaatkar bir şekilde ilerlemeye başlamadan önce, adeta zeki yaratıklarmış gibi çok kısa bir an; birbirinin gözlerinin içine bakmaları, yine o insan türüne özgü anlamsız davranışlardan biri olmalıydı. Zaten bir önemi veya ondan başka kimsenin dikkat ettiği de yoktu. Sadece; nedenini anlayamadığı bir şekilde rahatsız edici bulmuştu bu tuhaf, iletişimsi bakışmaları.

Kurbanlıkların kesim sırası koridorundaki kısa yürüyüşleri sona erdiğinde, en öndekinin zincirleri vuruldu ve zincirler yer kancalarına sabitlendi. Bu işlemden sonra kasaplar, bekledikleri üzere; kurbanlığın sonuçsuz mücadelesine müsaade etmek için hızlıca geri çekildiler. Babasıyla birlikte, adet olduğu üzre; kesim sırasında, kurbanlığın kan sıçrama mesafesinde yerlerini almak için öne doğru ilerlediler.

Kesilen insanların kanından, kurban sahiplerinin vücutlarının çeşitli yerlerine sürülmesi önemli bir adetti. Bunun yaklaşık beş dünya yılına denk gelen bir Ana Gezegen yılı boyunca, kötülüklerden koruduğuna inanılırdı. Yerdeki sabitleme halkalarına bağlanan ilk insan, kendisinden öncekilerin yaptığı gibi zincirleri yukarı doğru gererek olanca gücüyle koparmaya çalışmaya başlamıştı bile. “Aptal insanlar! Eğer yeterince zeki olsalardı, bu zincirlerin kendi dünyalarında bolca bulunan demir gibi dayanıksız metallerden değil, Ana Gezegen’in eğilmez bükülmez üstün çeliğinden yapılmış olduğunu anlar ve kendi anlamsız kuvvetleriyle koparılamayacağını bilirlerdi.”

Zincire vurulan ilk insan bağlarını zorlamaya devam ederken, daha önce olmayan bir şey oldu… Bir sonraki ve belki de tüm kurban pazarının en cüsseli kurbanlığı, ani bir hamleyle yerinden kurtularak, zincirleri zorlayan arkadaşına yardım için onun zincirlerine asılmaya başladı. Bu yardım da bir işe yaramayacaktı ancak… Ancak koparılmaya çalışılanın zincirler değil de kurbanlıkların zincirlerini toprağa sabitlemeye yarayan, beton zemine saplanmış, yaklaşık bir metre uzunluğundaki çivi, yerinden büyük bir hızla fırlayana kadar. 

Bu uzun ve kenarları keskin çivi, iki dev adamın acı gücüyle öyle bir hızla fırlamıştı ki zeminden; o esnada bu çivinin az ötesinde bacaklarını iki yana açmış beklemekte olan kasaplardan biri, jiletle kesilmiş gibi tam ortasından ve aşağıdan yukarıya doğru ikiye bölünmüştü! Sonrasında olanlar o kadar hızlı gelişmişti ki kimsenin aklına durdurmak için bir şeyler yapmak gelebilememişti bile.

Kasabın yarılmasıyla neredeyse eş zamanlı olarak; üçüncü sırada bekleyen kurbanlık, üzerine atıldı ve kasabın kollarından birine sabitlenmiş kilit açıcıyı, tek bir hamlede; kolunu koparmak suretiyle ele geçirdi. İnsanların, ırklarına olan belki de tek üstünlüğü, boylarının, kendilerininkinin iki katı kadar olmasıydı. Bu gezegendeki hakimiyeti bilek güreşiyle değil, üstün teknolojiyle sağlamışlardı sonuçta ve bağlanmamış bir insanla silahsız karşı karşıya gelmek, insanların dünyasında bir insanla bir boğanın çırılçıplak karşı karşıya gelmesine denk sayılabilirdi.

Yere sabitlenmiş çiviyle ilk kasabı yaran insan, vakit geçirmeksizin, elindeki zincir vasıtasıyla bu çiviyi başının üzerinde hızla döndürüp, gerekli ivmeyi kazandıktan sonra, ikinci kasabın da başını uçurdu. Bütün bunlar olurken; kilit açıcıyı elinde tutan insan, kafesteki diğer arkadaşlarını serbest bırakmıştı bile. Yere düşen kasaplardan, kendisine daha yakın olan ikincisinin keskisini ele geçiren o en iri ve olayları başlatmış olanı, bu bıçakla ilk iş; kurbanlara kan sıçrama mesafesinde durması gereken babasını, göğsünden yarmıştı bile. 

Kafesten kurtulan diğer insanlar, yakın çevrede hızlı ve önünde durulamaz bir katliama başladıklarında, babasının cesedinden hıncını almayı bitirmiş olan o devasa yaratık, ayağa kalktı ve onunla göz göze geldi. Daha önce hiç, bir insanla göz göze gelmemişti. Göz teması, kendi kültürlerinde asla ve asla kendinden aşağıda olanlarla kurmaman gereken bir bağ, bir iletişim biçimiydi sonuçta.

Kurban seromonisi başladığında, kurbanlıklar arasındaki göz temasını kendisinden başka kimsenin fark etmemesinin nedeni, meydanda bulunan diğerlerinin, bu kurala büyük bir titizlikle uyuyor olmalarıydı. Öyle ki kimse, bırakın insanlar gibi sadece toplumun beslenme ihtiyacını karşılamaktan başka önemi olmayan ilkel yaratıkları, toplumsal sınıf itibariyle kendisinin altında olanların bile gözlerine bakmazdı. Ama o bakmıştı ve buna şahit olmuştu. Rahatsız olmasının sebebini şimdi anlıyordu. 

O bakışma tamamen zeki yaratıklara özgü bir davranıştı. Bundan da öte; işlemekte olan bir planın sessiz talimatlarını içeriyordu… Bu gerçekten olabilir miydi?!! Gezegene geldiklerinden beri yerkürenin diğer canlıları gibi ilkel ve sadece temel barınma, beslenme, ulaşma teknolojilerini kullanabilecek kadar basit bir zekaya sahip olduklarına inanılan insanlar, düşündüklerinden daha zeki olabilirler miydi? Bakışları, o devasa insanın bakışlarına kilitlenmiş bir şekilde, tüm vücudu dona kaldığında, aklından ilk geçenler bunlar oldu.

Ancak bir önemi yoktu; uyguladığı şiddetin kuvvetinden dolayı nefes nefese kalmış bu ilkel yaratığın gözlerindeki vahşet o denli kuvvetliydi ki daha önce böyle bir şey görmemişti. Bütün vücudu korkuyla hareketsiz kalıp, neredeyse katılaşmasına rağmen, mesane ve bağırsaklarının kendilerini salması doğrusu utanç vericiydi. Tıpkı kurban edilmeden önce bütün dışkı ve idrarlarını dışa salan insan hayvanların durumuna düşmüştü. Duyduğu korku ve utanç o denli büyüktü ki nerdeyse babasının, gözünün önünde katledilişi bile atlamakta mahzur görmediği bir detay haline gelivermişti.

Birazdan aynı akıbeti kendisinin de paylaşacağını hissetmesi, babasının başına gerçekten neler geldiğini fark edebilmesini sağladı. Olaylar birden, şokun etkisiyle zihninin algılamakta olduğu ağır çekim modundan çıkıp, aslında gerçekleşmekte oldukları hıza yaklaşır gibi oldu. Midesinin atağa geçip, sabah yediği ya da belki ömrü boyunca yediği her şeyi bir anda dışarı çıkarmak üzere onu dizlerinin üzerine çökertmesi de bu yüzden olmalıydı. Saçma ve gereksiz de olsa; birden bu halde kendini dışarıdan izler gibi hissetti.

Son anlarında kurbanlıklar bile bu kadar sefil görüyor olamazdı. Öte yandan; kendisi, sadece elli yaşında basit bir yeni ergendi. Bu kadar korkmuş olması mazur görülebilirdi. İlginç olansa; insanın bakışlarının, çok hızlı bir şekilde yumuşamış olmasıydı sanki… Sanki vahşetten; bir an için bile olsa acıma ve tiksinme arasında bir yerlere gidip gelen merhametimsi bir ışık görür gibi oldu o gözlerde. 

Bu gerçekten olabilir miydi? Vahşi bir insan, sırf yetişkin olmadığı ve çok korkmuş göründüğü için kendisini öldürmekten vazgeçmiş olabilir miydi? Yoksa bütün o okullarda, din adamlarının kendilerine öğrettikleri şeyler yanlış olabilir miydi? Bütün bu isyan… Gerçekten oluyor muydu? Yoksa insanlar, evrenlerin onun ırkı uğruna yaratıldığını içgüdüsel olarak bilmiyorlar mıydı? Evrendeki her şeyle birlikte onun ırkına hizmet etmek ve ihtiyaçlarını karşılamak için yaratılmış olduklarını… Bu, ucunda devasa bir çivi olan zincir, kafasını parçalamadan önce aklından geçen son düşünce oldu…

Ana Sayfa * Fantastik Hikayeler * Google Haberler’de takip et

BU İÇERİĞİ NE KADAR BEĞENDİNİZ?

Puanlamak için bir yıldıza tıklayın!

Ortalama değerlendirme 0 / 5. Oy sayımı: 0

Şu ana kadar oy yok! Bu gönderiye ilk oy veren siz olun.

Bu yazı sizin için yararlı olmadığı için üzgünüz!

Bu gönderiyi geliştirelim!

Bize bu yazıyı nasıl geliştirebileceğimizi söyleyin?

Keşfet

ParanormalHaber sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et

ParanormalHaber sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et