İki Mebus – Ömer Seyfettin Hikayesi
Ömer Seyfettin, Türk edebiyatının önemli yazarlarından biridir. Özellikle milli ve realist hikayeleriyle tanınır. İki Mebus ise, yazarın daha ironik ve mizahi bir yönünü gösteren bir hikayedir. Bu hikayede, Ömer Seyfettin, iki farklı dönemde mebus olan iki arkadaşının arasındaki farklılıkları ve çatışmaları anlatır. Siyaset ve edebiyat arasındaki ilişkiyi ve değişimi eleştirir. Hikaye, yazarın toplumun gelişimine ve gerilemesine dair sivri bir bakış açısı sunar. Hikayeyi okumaya aşağıdan devam edebilirsiniz:
***
Otuz sene sonra: Maî ve serin bir sonbahar gecesiydi. Cesim ağaçlarıyla hakikatten baîd bir peri ormanına benzeyen muhteşem bahçenin ortasındaki mahfel-i üdebada bir hafta evvel ölen şair Perviz’in hayat ve hususiyetine, sanat ve muvaffakiyetine dair bir konferans veriliyordu. Münevver bir hıyaban-ı rüya gibi uzayan ve uzadıkça hayalîleşen, muntazam yolun nihayetinde, mahfelin kapısı uzak ve serabî bir saray medhalini andırıyor, beyaz ve cesim peronun basamakları, yanlarında sıra ile yükselen mermerden masnû esatirî kadınların ellerinde tuttukları naîm ve muzî elektrik kürelerinden yağan donuk ve tatlı ziyalar altında göz kamaştırıcı bir vuzuh ile parlıyordu.
İhtiyar ve bî-gâne kamer, seyrek ve ince bulutların arasından, lakayt ve acul geçiyor; dışardan caddenin gürültüleri, eğlenceli bir şehrin meşhûn-ı serâir bir zevk memleketinin musiki-i an’anâtı gibi müphemiyetle aksediyor, büyük ve kesif ağaçların aydınlıkla mezcolan zî-hayat ve nur-âlûd zulmetlerinde nâ-mer’i ürpermeler husule getiriyordu.
Geniş ve beyaz mesnetleri üzerinde sanki ezeliyeti düşünen beyaz heykeller; bu şimdi yaşamayan meşahirin müessir ve mevt-âmiz timsal-i hatıratı, üzerlerine dudak-sûz ve gayr-i nâsût buseler hâlinde düşen yaprak gölgeleri altında nâ-mahsus rüzgârın ketum nagamatıyla sanki canlanıyor, sanki kımıldıyorlardı… Konferans yarım saat evvel başlamıştı. Münevver yolun tenhaî-i mahzunu içinde, bir zıll-ı müteharrik gibi, narin bir genç, elleri cebinde, önüne bakarak ilerliyordu.
Galiba şimdi kuğuları uyuyan büyük ve halî havuzun kenarına, bahçenin bu en sık ve hâbîde yerine gitmek istedi; nîm muzlim yola, yekdiğerini derâgûş etmiş mehîp ağaçların altına sapacaktı; yanından bir ses geldi: “Nereye evlât, böyle…” Döndü. Bu, temiz ve henüz pek yeni bir statünün musanna ve menkuş mesnedine dayanmış yetmişlik bir ihtiyardı. Tanıdı. “Ne o, aziz üstat” dedi, “burada yapayalnız ne yapıyorsun?” İhtiyar, dayandığı statüyü göstererek “Arkadaşımla, refîk-i şebâbımla konuşuyorum” diye cevap verdi.
Beyaz ve çok saçlarıyla, yetmiş senenin çöktüremediği kavî ve dik vücuduyla hâlâ dinç ve muârız duran ve gençlerin, bütün İstanbul’un, belki bütün Türkiye’nin “feylesof” dediği bu zatta pek garip bir mizaç, pek tuhaf bir tabiat vardı. Şedit bir egoizm onun bütün mevcudiyetine hâkim idi. Her neden bahsederse kendi söylüyor, muhatabını bîzar ediyordu. “Evlât!” diye teklifsizce hitap ettiği genç, Vedit, İstanbul’un en ateşîn, en âlim, en muhterem mebusu idi.
Talebeliği zamanında umumî bahçelerde, bu ihtiyar feylesofu dinlemekten epeyce hoşlanırdı. Fakat şimdi… En ziyade onun iddialarından, edebiyatından bıkmıştı. Yarım asır evvelki kof ve iptidaî harekât-ı edebiye artık dinlenemezdi. Zaten bütün bu manasız gevezelikleri beş altı sene evvel belki yüz defa bizzat feylesoftan dinlemiş, ezberlemişti.
Yine bu garip ihtiyara yakalanmamak, onun bir kütüphane katalogu gibi yalnız lâyetenahî bir meçhul muharrir isimlerinden, unutulmuş kitap serlevhalarından müteşekkil takat-fersa malûmat ve musahabatı altında mustarip olmamak için “Geziniyordum” dedi, “şimdi yemek yedim. Bu gece yazılacak yazım, tertip olunacak nutkum var. Geç kalmayacağım.” İhtiyar feylesof hayretle sordu: “Demek Perviz için verilen konferanstan haberin yok?”
Vedit omzunu silkerek cevap verdi: “Var. Fakat dinlemeğe tahammülüm yok. Artık edebiyat beni sıkıyor…” Feylesof yaklaşmış, kalın adalî kolunu gencin omzuna atmıştı. “Zavallı Vedit!” dedi, “Acıdım sana. O hâlde ihtiyarlamışsın. Ne vakit ki insan edebiyattan nefret hissetmeğe, kafiyeler, mısralar nazarında boş, vahi, muacciz görünmeğe başlar, ihtiyarlığın soğuk ve kemikten iskelet elleri onun kalbine uzanmış demektir.” Ve statüyü göstererek ilâve etti:
“Evet bu da… Bu zavallı Tevfik Fikret de taab-ı tahassüsle ihtiyarlayınca edebiyattan nefrete başlamış, şebâbındaki bütün hevesat ve tahayyülâtını kaybetmiş, bir bedbin olmuştu. Sonra hep elem terennüm etti, dökemediği gözyaşlarını besteledi ve matemlerini ebediyetle bizim ruhumuza bıraktı…” Vedit ansızın asabîleşmişti: “Rica ederim, üstat, edebiyattan bahsetmeyiniz!” Feylesof muhatabının göremediği sarih bir işmi’zâz-ı nâ-hoşnudî ile sanki inler gibi “Niçin?” dedi.
“Niçin mi? Çünkü tavrınız pek eski… Fek klâsik! Meselâ şimdiki sözünüzü, hatta elinizle şu heykeli göstermenizi köhne ve klâsik buluyorum. Karşınızda kendimi edebiyat muallimlerinin gayr-i tabiîliklerine mahkûm-ı tahammül bir mektep talebesi zannediyorum.” Vedit, bütün sınıflarda birinci olmuş, ulûm-ı iktisadiye ve içtimaiyeden birinci olarak diploma aldıktan sonra ilk neşrettiği makale-i içtimaiyesi değil Türkiye’de, hatta bütün Avrupa’da ve Amerika’da anî bir şöhret kazanmış, hemen beynelmilel mai lisana tercüme edilerek, yine beynelmilel “Beşeriyet-i Müttehide ve Ulûm Cemiyeti” tarafından en büyük mükâfata lâyık görülmüştü.
Lâkin bütün bu muvaffakiyetler onu değiştirmemişti, mütevazı olmadığı gibi asla mağrur ve mütekebbir de değildi. Şimdi, hissinde ne kadar zayıf bir egoist olduğunu iyice bildiği feylesofu, bu zavallı ihtiyarı gücendirdiğinden pişman oldu ve onun dargın bir lisan ile “O hâlde hiç konuşmayalım…” demesine gülerek “Hayır konuşalım, sevgili üstat!” diye mukabele etti;
“Konuşalım, fakat biliyorsun ki ben mebusum. Daima mesleğimden bahsetmek, ona dair konuşmak, onu düşünmek isterim; söyleyiniz, siz de evvelden bir mebus değil miydiniz?” Gönlünü bütün bütün almak ve kendini tamamıyla affettirmek için feylesofun koluna girdi. Yürümeğe başladılar. Genişçe yolun etrafında sıralanan kadim ve müteahhir şairlerin, meşahir-i üdebanın mebhût heykelleri derin bir sükûn-ı müncemit içinde mustarip ve mütecessis, onlara bakıyor gibiydi. Feylesof mırıldandı: “Evet, hatta ilk Meclis-i Mebusan’da aza idim.”
Vedit, refikinin hâlâ katı duran pazusunu sıktı: “O hâlde mesleğimizden bahsedelim. Ben de istifade ederim!” Bu “istifade ederim!” sözü ihtiyarın bütün zaaflarını okşadı. Lâfının dinlenmesi, onun sabâvetinden beri yegâne saadetiydi. Bir çocuk gibi sevindi. Orada, yolun kenarında kesif ağaçların, mebzûl ve münevver yaprakların altında bulunan bir kamış kanepeyi göstererek “Buraya oturalım da…” dedi. “Oturalım…” Oturdular.
Vedit biraz uzakta kalan lâmbaların tatlılaşan ziyaları içinde ihtiyar refikine bakıyordu; bu tıpkı bir lâkırdı makinesi gibiydi; mükemmelen dokuz lisan biliyor, bir milyona karib kitap okuduğu rivayet olunuyordu. Şimdi yanında belîğ ve revan bir ifade ile Meşrutiyet’in ilân-ı nâgehânîsini, ilk Meclis-i Mebusan’ın nasıl müşkilât ile açıldığını ve kendisinin ilk konferanslarını, nutuklarını, muvaffakiyetlerini, husule getirdiği heyecanlı alkışları, payitahtın muhafaza-i asayişine nasıl memur olduğunu, o vakitki sultanın karşısına nasıl çıktığını anlatıyorken, Vedit onun yetmiş senelik hayatını düşünüyor, hayalen senelere, aylara, haftalara taksim ediyor, bir milyon kitap okumak için lâakal her gün üç kitap okuyup bitirmesi lâzım geleceğini hesap ediyordu.
Feylesof, o kadar şiddet ve muhabbetle atf-ı ehemmiyet ettiği mazinin hurûşı hatıratıyla “Ah siz” diyordu, “siz pek mesutsunuz. Yorulmadan, üzülmeden kazanıyorsunuz. Muntazam ve müsterih çalışıyor, sahih ve mutmain muvaffak oluyorsunuz. Hâlbuki biz! Hayatımızın en güzel devresini, muazzez ve avdeti muhal olan gençliğimizi, artık sizin, nesl-i ahirin mümkün değil tahayyül ve tasavvur edemeyeceği bir esaret-i mutlaka içinde geçirdik. İlim ve fazilet en büyük cinayetti.