Gümüş Anahtar
H.P. Lovecraft, Gümüş Anahtar, 4
Hiçbir sözü yakalayamadıysa da müziğin tonu akıldan çıkmayan ve yanlışlığa yer bırakmayan cinstendi. “İhtiyar Benijy”nin hâlâ hayatta olması olacak şey değildi! “Bay Randy! Bay Randy! Nerde kaldın? Martha Halanın yüreğine indirip öldürmek mi istiyorsun? O, sana öğleden sonraları uzaklaşmamam ve karanlık basmadan geri dönmeni söylemedi mi? Randy! Ha, Ran… dee! … Hep ormana kaçıyorsun. Sen, hayatımda gördüğüm en dayak arsızı çocuksun. Zamanının yarısında ormanlık arazideki şu yılan yuvasının etrafında sürtüp duruyorsun, Randy! Sana diyorum Ran …dee!”
Randolph Carter zifiri karanlıklar içinde durup gözlerini ovuşturdu. Bir acayiplik vardı. Olmaması gereken bir yere gelmişti; çok uzaklaşmıştı ve mazeretsiz olarak geç kalmıştı. Kingsport çan kulesi üzerindeki saati fark etmemişti, oysa ki cep dürbünüyle saati kolayca görebilirdi. Ama daha önce hiç olmadığı kadar geç kalmış olması çok tuhaftı. Küçük dürbününün yanında olduğundan pek emin değildi. Dürbününün yanında olup olmadığını anlamak için gömleğinin cebini yokladı. Orada değildi.
Ama cebinde, bir yerlerdeki bir kutuda bulduğu büyük gümüş anahtar vardı. Chris Amca, bir keresinde, içinde bir anahtar bulunan, kapağı açılamayan eski bir kutuyla ilgili tuhaf bir şeyler anlatmıştı. Ama birden araya giren Martha Hala, bunların, kafası zaten acayip hayallerle dolu bir çocuğa anlatılacak türden şeyler olmadığını söyleyerek onu susturmuştu. Anahtarı nerede bulduğunu anımsamaya çalıştı, ama bir şey çok karışık görünüyordu.
Boston’daki evin tavan arasında bulmuş olduğunu tahmin etti ve kutuyu açmasına yardımcı olup, ağzını sıkı tutması için Park’a haftalık harçlığının yarısını rüşvet verdiğini belli belirsiz anımsadı. Ancak bunu anımsadığında, Park’ın yüzü, sanki uzun yılların buruşuklukları yerinde duramayan küçük Londralının üzerine saldırıya kalkmış gibi, çok tuhaf bir şekilde gözlerinin önünde belirdi. “Ran…dee! Ran… dee! Hey! Randy!”
İki yana sallanan bir fener karanlık dönemeçte belirdi ve ihtiyar Benijah, ağır adımlarla sessiz ve şaşkın gezginin üzerine doğru gelmeye başladı. “Sen tam bir baş belasısın çocuk! Dilin yok mu senin? Niye cevap vermiyorsun? Yarım saattir sana sesleniyorum, beni çoktan duymuş olmalısın. Karanlık bastırdıktan sonra uzaklarda olmanın Martha Halanı huzursuz ettiğini bilmiyor musun? Chris Amcan eve döndüğünde söyleyeyim de gör! Bu ormanın bu saatte dolaşmaya uygun bir yer olmadığını bilmelisin! Büyük Beyin bana çoktan öğrettiği gibi dışarıdaki şeylerden kimseye hayır gelmez. Gelin, Bay Randy, yoksa Hannah bize çorba vermez.”
Böylece Randolph Carter, yoldan yukarı doğru, sonbaharın çıplak dalları arasından insanı şaşkınlığa sürükleyen yıldızların parladığı yere doğru yürüdü. Küçük camlı pencerelerin sarı ışığı ilerideki dönemeçte parlarken köpekler havladı ve gölgeler içindeki batı göğüne doğru kocaman bir balıksırtı damın kapkaranlık yükseldiği tepeciğin üzerinde Süreyya takımyıldızı göz kırpıştırdı. Martha Hala girişte bekliyordu.
Benijah kaçağı içeri soktuğunda, onu çok fazla haşlamadı. Carter soyundan böyle şeyler beklenmesi gerektiğini Chris Amcadan dolayı çok iyi biliyordu. Randolph anahtarını göstermedi ve yemeğini sessizce yedi ama yatma zamanı gelince itiraz etti. Bazen uyanıkken daha iyi düş görüyordu ve bu anahtarı kullanmayı istiyordu. Randolph, sabah erkenden kalktı, Chris Anıca onu yakalayıp kahvaltı masasındaki sandalyesine oturmaya zorlamasaydı ormanın yukarılarına kaçacaktı.
Randolph, yırtık pırtık halılarla döşeli, hatılları ve köşe destekleri açıkta olan, çatısı hafif meyilli bu odaya sıkıntıyla baktı ve ancak meyve dalları arka pencerenin kurşunlu camlarını tırmaladığında gülümsedi. Ağaçlar ve tepeler ona yakındılar ve gerçek ülkesi olan zamansız kırallığın kapısını oluşturuyorlardı. Sonra, serbest kaldığında, anahtarın yerinde olup olmadığını anlamak için gömleğinin cebini yokladı ve anahtarın yerinde olduğundan emin olunca, meyve bahçesini iki adımda aşıp, ormanlık arazinin ağaçsız tepeden bile daha yükseklere ulaştığı bayıra vurdu kendini.
Ormanın zemini yosun kaplı ve gizemliydi. Kutsal koruluğun yanın yumru ve çarpık ağaçları arasında yer yer, yekpare taştan Druid anıtları gibi liken bürümüş kocaman kayalar görülüyordu. Randolph dağa tırmanırken, pusuya yatmış faunlara [1]Faun: Yarısı keçi yarısı insan olduğuna inanılan bir ilah, aegipanlara [2]Aegipan: Zeus’un güzel vücutlu ama korkunç yüzlü hasta bakıcısı. ve dryadlara [3]Dryad: Orman perisi. efsunlu şarkılar söyleyerek biraz ileride çağıldayan, hızla akan bir dereyi geçti. Sonra, yamaçta tuhaf bir mağaraya rastladı. Burası yöre halkının korkup çekindiği ve ötesine geçmemesi için Benijah’ın onu tekrar tekrar uyardığı “yılan yuvası” idi.
Mağara derindi. Randolph’dan başka hiç kimsenin tahmin edemeyeceği kadar derindi. Çocuk, mağaranın en uzaktaki karanlık köşesinde daha büyük bir mağaraya -granit duvarları insan elinden çıkmışa benzeyen kasvetli, tekinsiz bir yere- açılan bir yarık buldu. Oturma odasındaki kibrit kutusundan aşırdığı kibritlerle yolunu aydınlatarak, tahmin edilebileceği gibi hemen bu yarıktan içeri süzüldü ve kendine bile açıklamakta zorlandığı bir hevesle yarığın sonuna kadar süründü.
En uzak duvara neden bu kadar güvenle sokulmuş olduğunu ya da duvara yaklaşırken neden içgüdüsel olarak büyük gümüş anahtarı çıkarmış olduğunu söyleyebilecek durumda değildi. Ama ilerlemeye devam etti ve gece neşe içerisinde eve döndüğünde, geç kalmasıyla ilgili hiçbir mazeret ileri sürmeye kalkışmadı. Ne de öğlen yemeğini kaçırmış olduğu için azarlanmasına aldırış etti.
Şimdi bütün uzak akrabaları, on yaşındayken bir şeylerin Randolph Carter’ın hayal gücünü kamçılamış olduğunu kabul etmektedirler. Carter’ın kendinden tam on yaş büyük kuzeni, saygıdeğer Chicago’lu Ernest B. Aspinwall, 1883 sonbaharından sonra çocukta bir değişiklik olduğunu çok açık anımsamaktadır. Carter, bugüne kadar çok az insanın gördüğü hayaller görüyor ve çok sıradan şeylerle ilgili çok tuhaf davranışlarda bulunuyordu.
Kısacası, tuhaf bir kehanet yeteneği kazanmışa benziyordu ve olaylar karşısında, o anda anlamsız görünse de, sonraları onu haklı çıkaran, alışılmadık tepkiler gösteriyordu. Daha sonraki yıllarda yeni buluşlar, yeni adlar, yeni olaylar birer birer tarihin kayıtlarına geçerken, insanlar zaman zaman Carter’ın nasıl olup da yıllar öncesinde, ilerde olacak bu şeylerle ilgili sözler sarf etmiş olduğunu hayretler içerisinde anımsayacaklardı.
Bu lafları Carter’ın kendisi de anlamıyordu. Bazı şeylerin kendinde niçin bazı duygular yarattığını bilmiyordu; ama bazı anımsanmayan düşlerin bunda payı olması gerektiğini düşünüyordu. Ta 1897’de bir gezgin, BelloyenSanterre adlı Fransız kentinden söz ettiğinde sapsarı kesilmişti ve 1. Dünya Savaşında Yabancılar Lejyonu’ndayken 1916’da bu kentte ölümcül bir yara aldığında dostları bunu anımsadılar.
Dipnotlar