Erkek Mektubu – Ömer Seyfettin Hikayesi
Bu hikaye, Ömer Seyfettin’in evlilik hayatının zorluklarını ve hayal kırıklıklarını anlatan bir mektup şeklinde yazılmış bir eserdir. Hikaye, yazarın ideal kadın tipi ile karşılaştığı kadın arasındaki farkı ve çatışmayı ortaya koyar…
Muazzez Sermet’im, İşte nihayet teehhül ettim. Bekârlığa ân-ı vedaımdan bir sene sonra garip ve muvazenesiz bir hayat-ı ailenin müzeyyen ve garip salonunda, son derece garip ve muğber sana şu mektubu yazmağa başlıyorum; beraber geçirdiğimiz hayat-ısamimî-i tahsilin unutulmaz saat-i nûşînini dolduran münakaşalarımız hep neye aitti?.. Kadınlığa ve teehhüle dair değil mi azizim? Sen lenfatik, sakin, mutavassıt, az güzel, az hisli bir kadın tahayyül eder ve isterdin; ben asabî, müteheyyiç, âlî, çok güzel, çok hisli bir kadın.
Sen daha bekârsın. Hayaline nail olmanı bütün ruhumla temenni ederim. Ben evlendim, hayalime nail oldum. Fakat ne inkisar-ı hayal… Hayır ne feci aldanış… kisaadet-i hissiyeme bedbahtî gecelerinin fecirsiz ve ziyasız gölgelerini, zalâm-ı rücû ve nedametini doldurdu. Bekârlarca meçhul olan bu serair-âlûd “âlem-i teehhül”ün âmâk-ı müphemiyetine lejander bir ümit ile güllerden ve nurlardan mamul perisaraylarına müntehi korkunç, karanlık ve dikenli mağara ağızlarına girilirken duyulan ra’şe-i meşguf-ı tereddütle dâhil olmuştum.
Bu karanlıklar sönmedi, bu dikenler bitmedi. Elmastan, zümrütten saraylar görünmedi, ben bu medhalisiyah vâdinin içinde âciz ve bî-ümit kaldım. İşte bugünkü mevkiimin mana-yı timsalîsi… Mana-yı maddîsini de vâzıhan anlatayım, dinle. [6] Beni evlendirmeğe kalkan hemşiremle teyzeme evvelâ şöyle bir nutuk irat etmiştim: “Evlenmemi arzu ediyorsunuz, değil mi? Bu emelinize mâni olmam ve teşekkür ederim.
Fakat bulacağınız kız benim hissimi memnun edecek bir hâlde olmalı. Benim istediğim kız asabî, ince, narin, müteheyyiç, son derece malûmatlı, musikiye aşina, son derece güzel, son derece hassas olmalı. Beni mesut etmeli, ben de ebediyen size minnettar kalmalıyım.” Hemşirem gülümsüyor, teyzem düşünüyordu. Ben devam ediyordum. “Adî, malûmatsız, küçük, hissiz, sessiz istemem, bedbaht olurum. Böyle etten bir heykelin cevf-i kalbine en müntehap menakıb-ı ruhiyemi nasılsöyler, nasıl nefîr-i tahassüsümü üflerim?..
Dikkat ediniz, beni bedbaht etmeyiniz.” Sonra günlerce hayalimin teferruatını ablama ve teyzeme telkin ettim. Onlar arzu ettiğimden ziyade dikkat ettiler, bana sevgili zevcemi buldular. İlk gece, ilk leyle-i hayal-âmûz-ı zifafın rüya kadar çabuk ve gayr-i mahsus geçen avân-ı huzûzunda kendimi mesut zannettim. Bu oda ve bu gece gaye-i tahayyülüme o kadar muvafık, o kadar müşabih idi ki… Girince etrafıma bakamadım, ince ve pembemsi duvağın altında mütebessim ve mütehayyir gibi duran zevcemin yüzünü açtım.
Onu klasik bir tarzda; gözleri yerde ve mahcup bulacağımı ümit ederken gözleri gözlerime merkûz ve mütecessis gördüm. Belki bir dakika, yani bir asır birbirimize baktık. Ben bir şey söylemek arzu ediyor ve bulamıyordum. Nihayet dedim ki… Bil bakayım ne dedim? Eklere 8 zevceme karşı ilk hitab-ı perestişim ne olmalıydı?.. Fakat ben, gayr-i müterakkıb şeyler karşısında şaşıranlara has bir ra’şe-i telaffuzla “İsminiz efendim?” dedim.
O zavallı da kim bilir benden ilk kelime-i hitabı nasıl beklerdi. Evvelâ sualim onu şaşırtır gibi oldu. Lâkin güzel yüzündeki işmizâz-ı tahayyür serî ve berkî bir istihza gölgesine inkılâp etti. Sanki o beni bu kadar boş bulmaktan mütevellit fırsat-ısuûd ile o kadar yükseldi, o kadar yükseldi ki buluttan bakan gözlerini artık seçemiyor ve kendimi pek küçük ve derinlerde hissediyordum; yükseklerden aşağı doğru bu cevab-ısualî döküldü: “İsmimi bilmiyor muydunuz efendim?” Şaşaladım.
Zihnimi toplamak için birkaç dakika dinlenmek icap ediyor, merkez-isıkletimi tanzim lâzım geliyordu. Ne ise “hiss-isânî” imdadıma yetişti ve şahsiyet-i derûniyem bana i‘tâb-ı anîsiyle haykırdı: “Aptallığın lüzumu yok. Bir kadın karşısında lâkırdı mı bulamayacaksın… Bir rol, hemen bir monolog… Velev bârid olsun…” Başladım: “Bu şaşkınlığıma sebep hüsnünüzdür. Sevgilim. Affedersiniz, mümkün mü isminizi bilmeyeyim? Fakat…”
O kadar soğuk bir surette devam ettim ki karşımda gayr-i mutedil bir terbiyenin mahsul-i münakkadı olan bu kızın cidden üşüdüğünü hissettim. Hâlâ minnettarım ki beni üzmedi. Piyano çaldı, galiba biraz da dışarı çıktı. Sonra yine geldi, benim sıkıntımı geçirmeye, mahcubiyetimi tamir etmeye başladı. İfadesinde o kadar tuhaf ve mütesebbit bir nağme-i ciddiyet vardı ki, eğer sesi ince olmasa idi bir erkek işitiyorum zannedecektim.
Her şeyden beni imtihan etti. Ve galiba memnun olmadı. Neseviyet için efkârını izah etti. Ben zavallı dinliyordum. O kemâl-i serbestî ile erkeklere hâkim, kadınlara esir olmak üzere verilen terbiye-i mütehalifenin tehlike ve haksızlığından bahsediyor, prensipler, prensipler, prensipler yağdırıyordu. Ben bütün bu nağmenin güftesini anlamayarak yalnız beste-i şivekârını, meclûp ve tahsinkâr, dinlerken böyle mütekâmil bir vücud-ı zarife, bir zevce-i kıymettara malikiyetten müftehir oluyor, saadetimi fikren tasdik ediyordum.
Balayında ne dediyse evet dedim. O kadar münkadane ve minnettarane hareket ettim ki o bu huzû-ı inkiyadı Bibi’sinde (küçük finosunda) bile görmemiştir zannederim. Ne vakit ki zehir ayları vürud etti, zevcemin sinirleri bütün gaddarlığıyla başladı. Bugüne kadar, on bir aydır devam etmekte faal ve baîd-i sükûnet… Bir hiddet makinesi oldu. Teşbihimi rica ederim kaba görme, ben de onun makinisti… Acınacak bir makinist…
Bu sevgili makinenin buhar-ı feveran ve galeyanı karşısında her gün tehlikeler atlatan, ıstırap çeken, yanan, haşlanan zavallı bir makinist! Her gelen doktordan, hayal zannettiğim bir sükûn-ı nazikî ile tedavisini istirham eder, kendimize tabib-i hususî yapacağımızı vaat eder. Doktor “Mütalâayı terk edeceksiniz, katiyen okumayacaksınız, açık havada gezeceksiniz” dedi mi “Peki, teşekkür ederim” der, odadan çıkar, doktor defolunca bana hücum başlar.
“Esef ederim, böyle yatros 9 herifleri doktor diye davet ediyorsun, ben vahşî miyim, nasıl okumadan insanlığımın gıdasını vermeden yaşarım. İlh… ilh…” Şimdi sen dersin ki “Mademki on bir ay hastalığı 10 devam ediyor, buna da alışılır.” Hayır azizim, her gün sahneler değişerek devam ediyor, mümkün olduğu kadar yeknesakî ve intizam yok. Bak, sana zevcemin sinirlerinin on bir aylık tarih-i muhtasarını çizeyim:
Evvelâ bir piyano çılgınlığı başladı. Yemek yemiyor, kimseyi yanına almıyor, odaya kapanıyor, mütemadiyen çalıyor, çalıyor, çalıyordu. Bir hafta yüzünü görmedim. Nihayet bir gün kapısına gittim, bekledim, ne kadar beklediğimi der-hâtır edemiyorum, fakat pek çok… Piyano biraz sustu, galiba notalar değişiyordu. Kapıyı vurdum. Hizmetçi zannetti, haykırdı: “Defol kız! Ne istiyorsun? Defol!” Ben tatlı ve müstemend bir seda ile “Hayır azizem benim” dedim, “lütfen kapıyı açınız.” Şiddetle cevap verdi: “Mümkün değil!..”
Ben hiddetlenir gibi oldum: “Nasıl mümkün değil? Bu benim hakkım değil mi? Açacaksınız mutlaka! Gireceğim, size bir şey söyleyeceğim.” Hiddetimi hissetti. Rica etti, ben ısrar ettim, yalvardı yakardı. “İstemem git” dedi, “üzerime fenalık geliyor, vahşetin, canavarlığın lüzumu yok, git.” Benim inat kafam tuttu, ısrar ettikçe ettim. Onun da hakikaten üzerine fenalık geldi, kapının önüne yığıldığını duydum. Artık hıçkırıklar arasında “Ah canavar, ah yamyam…” itabını işitiyordum.
Kapı açtırıldı, kayınvalide, hizmetçiler koşuştular, doktor geldi. Zevcem tamam üç hafta yatakta kaldı. Herkes bana, yani yamyam efendiye darıldı. Kayınvalidede, hatta –o hınzırlara ne oluyor bilmem– hizmetçilerde bile surat iki karış! Bir daha böyle vahşete cesaret edemedim. Zevcem iyi olunca bir duş, bir hafta sonra bir masaj çılgınlığı çıkardı. Bütün hizmetçiler, validesi, ben vücudunu ovmağa başladık.
Hepimizi haşlıyor, yatakta çırpınarak kemiklerini kırmağa tasaddi ettiğimizden, hâsılı hepimizin eşekliğinden bahsediyor, yavaş lâkırdı söylemesini bilmiyor, haykırıyordu. İki ay sonra bir sükûnet gelir gibi oldu. Herkesle konuşur, sonunda mutlaka bir kavga çıkarırdı. Ben bî-çare ip üstünde cambaz; muvazenemi kaybedecekmişim gibi parmaklarımın üzerinde yürüyor, yamyamlığımı derhâtır ederek medenî zevcemden tedehhüş ediyordum. Meselâ beni tatlılıkla çağırır, derdi ki: “Çocuğumuz olsa iyi olmaz mı? Mesut mu oluruz?”
Ne diyeyim? İyi olmaz desem berbat! Bari “Çok iyi olur” diyeyim, derim. Bir cevap alırım ki hiç bilmediğim Çince kadar vazıh: “Ben Cenan gibi düşünüyorum. Ya çocuğumuz kız olursa onu nasıl terbiye ederim? Kendim gibi mahvolmağa namzet değil mi; hâlbuki sen benim bedbahtlığımdan nasıl mütelezziz olursan onun felâketinden mütelezziz olmak vahşetine müştaksın!” Daha neler, neler… En nihayet yine bir okuma çılgınlığı icat etti. Elinde gözü kör olası münasebetsiz Loti’nin Désenchatées’si.
Bu kitabı okudukça bana o kadar tuhaf, o kadar derin bakarak dalıyor ki bunun garabetini mümkün değil sana yazamam. Sanki her şeye sebep benim, ben olmasam mesut olacak… İşte yine çığlıklarını işitiyorum. Beni bulamadı, hizmetçilere bağırıyor. Korkuyorum ki buraya gelecek, bu yazdıklarımı isteyecek. Saklasam burada baykuş gibi yalnız ne yapıyordun diyecek, versem okuyacak, kıyametleri koparacak.
Oh ne azâb-ı vicdanî Sermetçiğim, terbiye-i müfrite-i hâzıranın bu neticeleri! İşte bu azâb-ı vicdanî ile daha doğrusu onun havf-ı vürûdundan mütehassıl heyecanla senin mektepteki hayaline nail olmanı temenni ediyor ve buracıkta onun çığlıkları âsab-ı semiyyemi parçalarken: “Ah neredesin, lenfatik, sakin, mutavassıt, az güzel, az hisli bir kadın?..” diye haykırmak, bağırmak, çırpınmak istiyorum