H. P. Lovecraft, Erich Zann’ın Müziği, 4
Viyolün umutsuz feryat ve inleyişleri giderek yükseldi. Giderek yabanıllaştı. Yaşlı adam tekinsiz bir şekilde şıpır şıpır terliyor, perdeleri çekili pencereye çılgınca bakarak bir maymun gibi kıvrılıp bükülüyordu. Çılgın ezgilerinde, kaynaşan bulutlar, dumanlar ve şimşekler arasında dans eden ve deliler gibi dönenen gölgeyi andırır satirleri ve Baküs tapınanlarını gördüm. Sonra, viyolden geliyora benzemeyen daha tiz, daha düzenli notalar, Batı’daki uzak bir yerlerden gelen dingin, telaşsız, anlamlı, alaycı notalar duyar gibi oldum.
Bu kritik anda, sanki içerideki çılgın müziğe bir karşılıkmış gibi uğuldayan gece rüzgarında pencere kepenkleri şiddetle takırdamaya başladı. Zann’ın çığlık çığlığa haykıran viyolü şimdi kendini aşmış, bir viyolün çıkarabileceğini asla düşünemediğim sesler çıkarıyordu. Çözülüp pencereye çarpmaya başlayan kepenkler daha büyük bir gürültüyle takırdıyordu. Sonra pencere camı ısrarlı darbeler altında titreyerek parçalandı ve içeri dolan soğuk rüzgâr mumları cızırdatıp, Zann’ın korkunç sırrını yazmaya başladığı masanın üzerindeki kâğıtları hışırdattı. Zann’a baktığımda, bilinçli gözlem yapabilecek durumda olmadığını gördüm. Dışarı fırlamış, camlaşmış mavi gözleri görmeden bakıyordu ve çılgınca çalışı hiçbir kalemin betimleyemeyeceği kör, mekanik, tanınmaz bir curcunaya dönüşmüştü.
Aniden esen, öncekilerden daha güçlü bir rüzgâr, üzeri yazılı kâğıtları pencereye doğru savurdu. Uçuşan kâğıtların peşinden umutsuzlukla atıldım ama ben kırık cama ulaşmadan onlar gitmişti bile. Sonra bu pencereden, duvarın ötesinde uzanan bayırın ve kentin Rue d’Auseil’den görülebileceği tek nokta olan bu pencereden dışarıya göz atma isteğimi anımsadım. Çok karanlıktı ama kent ışıkları her zaman yanardı. Yağmur ve rüzgâr altında hiç değilse onları görmeyi umuyordum. Ama, mumlar cızırdar ve çılgın viyol gece rüzgârıyla inilderken tavan arası pencerelerinin en yükseğinden baktığımda, aşağıda uzanan ne bir kent ne de anımsadığım dost sokakların parıltılarını gördüm.
Sadece hudutsuz bir uzayın, hareket ve müzikle dolu, hayal edilemez ve dünyadaki hiçbir şeye benzemeyen bir uzayın karanlığı vardı. Ve orada durmuş dehşet içinde etrafı seyrederken, rüzgâr o eski sivri çatılı tavan arasındaki mumların her ikisini de söndürerek beni, önümde cehennemi bir karışıklık, ardımda şeytani ulumalarıyla geceyi dolduran viyolün sesiyle göz gözü görmez, vahşi bir karanlık içinde bıraktı.
Karanlıkta, bir ışık yakma olanağı bulamadan, sendeleye sendeleye gerilemeye başladım. Masaya çarptım. Bir sandalyeyi devirdim. Ve nihayet karanlığın şok edici müzikle haykırdığı yere vardım. Karşımdaki güçler her ne olursa olsun, kendimi ve Erich Zann’ı kurtarmayı hiç değilse deneyebilirdim. Bir ara soğuk bir şeyin bana sürünerek geçtiğini sandım ama iğrenç viyolün sesinden çığlığımın işitilmesi olanaksızdı. Ansızın, karanlıkta deliler gibi ileri geri gidip gelen yay bana çarptı ve müzisyene yakın olduğumu anladım. Ellerimle ileriyi yokladım. Zann’ın sandalyesinin arkalığına dokundum. Sonra omuzlarını bulup kendine gelmesini sağlamak amacıyla sarstım.
Bir karşılık alamadım. Viyol aynı hızla çalınmaya devam etti. Mekanik olarak ileri geri sallanan başını durdurup, kulağına her ikimizin de gecenin bu bilinmeyen varlığından kaçabileceğimizi bağırmak için elimi başına uzattım. Ama karanlığın ve karmaşanın hüküm sürdüğü tavan arasının her tarafında tuhaf hava akımları sanki dans eder gibi eserken Zann ne bana yanıt verdi ne de ağza alınmaz müziğinin çılgınlığında bir azalma oldu. Elim kulağına değdiğinde nedenini bilmeden korkuyla titredim. Dingin suratını elleyinceye kadar da nedenini bilemedim. Dışarı fırlamış camsı gözleri görmeden bakan, buza kesmiş, kaskatı, soluk almayan suratını. Daha sonra bir mucizeyle kapıyı ve kalın ahşap sürgüsünü bularak, deliler gibi kendimi dışarı attım. Karanlıktaki bu cam gözlü şeyden ve ben kaçarken bile öfkesi artmaya devam eden o lanetli viyolün cehennemi inlemelerinden uzaklaştım.
Karanlık evdeki o sonu gelmez basamakları üçer beşer atlayarak, uçar gibi indim. Yıkıldı yıkılacak evlerin arasındaki basamaklı dik sokaktan aşağı aklım başımdan gitmiş gibi koştum. Basamaklar ve kaldırım taşı döşemeleri üzerinde, ortalığı çın çın çınlatan adımlarla bir koşu tutturarak aşağı sokaklara vardım. Pis kokuların yayıldığı dimdik duvarlı nehre ulaştım. Büyük, karanlık köprüyü soluk soluğa aşıp bildiğimiz geniş, sağlıklı caddelere çıktım. Tm bunlar, bir türlü aklımdan çıkmayan dehşet verici izlenimler. Ayrıca hiç rüzgar olmadığını, gökyüzünde Ay’ın parıldadığını ve kent ışıklarının parıl parıl göz kırptığını anımsıyorum.
Yaptığım tüm araştırma ve soruşturmalara karşın Rue d’Auseil’i bir daha bulmayı başaramadım. Ama ne Rue d’Auseil’i bulamadığıma ne de Erich Zann’ın müziğini açıklayabilecek tek şey olan sık aralıklı yazılmış kâğıtların en akıl almaz uçurumlarda kaybolmasına çok üzülmüş olduğum da söylenemez.