Elma – Ömer Seyfettin Hikayesi
Ömer Seyfettin, Türk edebiyatının önemli yazarlarından biridir. Özellikle milli ve realist hikayeleriyle tanınır. Elma ise, yazarın daha lirik ve duygusal bir yönünü gösteren bir hikayedir. Bu hikayede, Ömer Seyfettin, evlilik hayatının sönüp giden aşkını ve eski bir hatırayı anlatır. Kadınlarla olan ilişkisini ve duygusal yabancılaşmasını yansıtır. Hikaye, yazarın iç dünyasına ve duygularına ışık tutar. Hikayeyi aşağıda okuyabilirsiniz:
***
Ateşîn, hummalı, şedit muhabbetler iftiraksız bir rabıta-i vefanın yakarak yelpazeleyen hararetli kanatları altında söndükten sonra, aşkın o nûşin ve muharrip heyecanları, fasılasız nöbetleri ebedî ve mutlak bir rahik-i malikiyetle tatmin ve tedavi olunduktan sonra duyulan sükûn-ı nekahet… Ah bu taab-ı hayal ne kadar mahzun ve tatlıdır, bilir misiniz? Biz de Süzun’la, bu sahih ve genç artistle günlerce, haftalarca, aylarca, hatta yıllarca seviştikten sonra yorulmuş, hastalanmış, bî-tap kalmıştık.
Evvelâ yataklarımız, sonra odalarımız ayrılmıştı. Artık geceleri geç vakte kadar benim odamda beraber oturuyor, ben yarın dershanede talebelerime yazdıracağım notlarla, meselelerimi tertip ile uğraşıyor; o daima müteheyyiç ve mütelezziz olmak için meşhûn-ı sevda ve zührevî romanlarını mütalâaya dalıyordu. Maa-hazâ ayrılamıyorduk…
Tedfin ettiğimiz aşk-ı mukaddesin matem-i hatıratı bizim için o kadar muazzezdi ki bir gecelik iftirak, gayr-i kabil-i halâs bir azab-ı vicdanî bırakacak bir günah olabilirdi. Yemeklerimizi karşı karşıya yerdik. Ve bizi samimî ve sade soframızda bir yabancı görseydi mutlaka bunamış iki kardeş zannedecekti. Evet, aşkla ihtiyarlamıştık, ruhumuz sanki mefluç idi. İşte yine bir sonbahar akşamı ufacık yemek odamızda sade yemeklerimizi batî bir sükûn içinde yiyorduk.
Küçük billlûr yemişlikten iri ve kırmızı bir elma almış, bıçağımla soyuyordum. Nasıl oldu bilmem, gözüm Süzun’a kaçtı. Gittikçe bana uzun görünmeye başlamış olan narin burnu sanki daha ziyade uzamış, kaşları daha ziyade incelmiş, boynu daha ziyade zayıflamıştı. Ve gözlerini garip ve şedit bir dalgınlıkla soyduğum elmaya dikmiş, kırpmadan bakıyordu; gayr-i ihtiyarî sordum: “Ne daldın, azizem, öyle…” “Hiç…” dedi.
Fakat ikazımdan mustarip olduğunu yüzünden anladım. Önündeki bardakla oynamağa başladı. Ben yine elmamı soyuyordum, boş ve mütereddit bir dakika-i sükût geçti. Sonra tuhaf ve garip bir sesle dedi ki: “Bu elma sana bir şey ihsas etmiyor mu, sevgilim? Sana kıymettar bir hatıra yâd ettirmiyor mu?” Tekrar yüzüne baktım. Kızarmıştı. Maî ve yorgun gözleriyle gayr-i müdrik gözlerimde, müstemend ve ricakâr, sanki bir cevap arıyordu.
Elma… Bu bana ne ihsas edebilirdi? Hatıratımı yoklamak için geriye, çocukluğuma doğru hayalen dönerek şimdi muzlim ve ehemmiyetsiz bir mazi olan yirmi altı seneyi bir anda yaşadım. Düşündüm; hiçbir şey yoktu… Hatta ömrümde bir elma ağacı bile görmemiştim! Süzun hâlâ yüzüme bakıyordu. Müphem bir sıkıntı hissettim ve soyduğum elmayı yemeğe başlayarak gayr-i ihtiyarî “Evet” dedim, “on yedinci asrın nihayetine doğru İngiltere ’de tenha bir bahçenin sessiz bir köşesinde münferit bir elma ağacı vardı.
Bir gün bu ağacın altında dalgın ve mütefekkir bir adam yatıyordu. Ağacın üstünden bu adamın ayaklarına bir elma düştü. Ve bir ‘deha’ uyandırdı. O adam Kepler’in yeni tedvin ettiği muvâzene-i ecrâm mebâhisini düşünen âlim-i meşhur Newton idi. Elmanın sukutunu gördü, düşündü, çalıştı ve ‘cazibe-i umumiye’ kanununu keşfetti. İşte bana bu elmanın yâd ettirdiği fennî ve kıymettar ha…”
Lâfımı kesti: “Ne mucizsin! Rica ederim sus…” Ve ağlamaya başlayacakmış gibi maî gözlerini küçülterek ince kaşlarını çattı. Darıldığını, canını sıktığımı anladım. Fakat niçin darılıyordu… Bunu soracaktım. Bana vakit bırakmadı. Maî ve yorgun gözlerini, asla unutamayacağım müellim bir vaz-ı hüzn-âmiz ile tabağımın içindeki elma kabuklarına dikerek “Zavallı aşk!” dedi, “Ben Madam Amade’nin sofrasında ilk defa birbirimizi gördüğümüz akşam verdiğin elmayı, o elmayı verirken eğilerek o kadar heyecan ve tahassüsle bana fısıldadığın Musset’nin şiirini der-hâtır edeceksin sanıyordum. Fakat heyhat…”