Deliliğin Dağlarında

27
0
(0)

H.P. Lovecraft, Deliliğin Dağlarında, 13

Çeyrek saat geçmeden, büyük bir olasılıkla, eski bir taraça olan indiğimiz dik yokuşu bulmuştuk. Seyrek yıkıntıların arasından ilerde yamaçta yatan uçağımızın koyu renkli gövdesini görebiliyorduk. Yarı yolda soluklanmak için bir an durarak dönüp, bilinmeyen batıya doğru yine gizemli bir siluet çizen, inanılmaz şekillere sahip taşların aşağıdaki fantastik karmaşasına baktık. 

O zaman, batı göğünün sabahki kadar puslu olmadığını gördük; hareketsiz duramayan buz buharları, başucu noktasına çıkmışlar ve tam olarak almaya korktukları tuhaf tuhaf şekillere bürünmekteydiler. Şimdi, bu tuhaf kentin gerisinde, çok uzaklardaki bembeyaz ufukta, sipsivri dorukları batının gül rengi göğünde bir hayal gibi beliren mor tepeli, büyüleyici bir dağ silsilesinin uzandığı görülüyordu. 

Arazi, parıl parıl yanan ufka doğru tatlı bir meyille yükseliyor, çoktan kuruyup yok olmuş nehir bu toprakları düzensiz bir gölge kuşağı gibi boydan boya kat ediyordu. Manzaranın dünya dışı güzelliği karşısında duyduğumuz hayranlıktan bir an için soluğumuz kesildi, sonra içimizi belli belirsiz bir dehşet duygusu doldurmaya başladı. 

Çünkü, uzaklardaki bu mor hat dünyanın en yüksek zirveleri ve dünyadaki kötülüklerin odağı; isimsiz dehşetin ve Arkeen sırların barınağı; anlamlarını oymalara kazımaya korkanların çekinip uzak durduğu ve tapındığı; hiçbir canlının ayak basmadığı, ancak uğursuz şimşeklerin çakıp kutup gecelerinde tuhaf ışınlarla düzlüklerini aydınlattığı yasak toprakların korkunç dağlarından, en eski efsanelerde sakınımla sözü edilen iğrenç Leng’in ötesinde yer alan Soğuk Çöl’deki korkunç Kadath’ın bilinmeyen bir ilk örneğinden başka bir şey olamazdı.

İnsanlık öncesi döneme ait kentteki oyma harita ve resimler doğru söylüyorsa, bu gizemli mor dağlar en az üç yüz mil ötede olmalıydı. Yine de, müthiş yabancı bir gezegenin testere dişli görüntülerini andıran bu ırak ve karlı yükseltilerin kuşku verici, büyülü nitelikleri açıkça ortadaydı. Bu dağlar, öyleyse, bilinen hiçbir dağ silsilesiyle karşılaştırılamayacak kadar yüksek olmalı, zirveleri, gözü pek pilotların açıklanamaz düşüşlerinden sonra, ancak sözünü edebilecek kadar yaşama fırsatı buldukları uçucu hayallerin doldurduğu seyreltik atmosfer tabakalarına kadar ulaşıyor olmalıydı. 

Onlara bakarken, bazı oymalarda, kurumuş nehrin kente, lanetli yamaçlarından aşağıya doğru neler sürükleyip getirmiş olduğu konusunda yapılan imaları düşündüm tedirginlikle  ve onları bu kadar az şey söyleyecek şekilde taşlara oyan Eskiler’in korkularında ne kadar sağduyu, ne kadar çılgınlık olduğunu merak ettim. 

Dağların kuzey eteklerinin, Sir Douglas Mavvson keşif ekibinin bin mil kadar uzakta şu anda bile çalışmakta oldukları Kraliçe Mary Toprakları’nın sahillerine kadar uzandığını anımsadım ve yazgılarının onlara bu sahil şeridinin gerisinde ne yattığını merak ettirmemesini diledim. Heyecandan altüst olmuş sinirlerimle daha çok böyle şeyler düşünüyordum o zaman Danforth’sa benden de kötü görünüyordu.

Yıldız biçimli kalıntıyı geçerek uçağımıza ulaşmadan çok önce, korkularımız biraz azalmış olmakla birlikte, esas olarak yeniden aşmak zorunda olduğumuz yüksek geçide yönelmişti. Bulunduğumuz yamaçtan doğuya doğru yıkıntılarla dolu, kapkara bayırlar tüm ürkütücülüğüyle yükseliyor ve aklımıza yine Nicholas Roerich’in o tuhaf Asya tablolarını getiriyordu. 

Bu tepelerin altındaki göz göz delikleri ve iğrenç kıvrım kıvrım yollarını ta zirveye kadar açmış olabilecek o şekilsiz korkunç varlıkları düşündüğümüzde, rüzgârın ıslık çalarak estiği mağara ağızlarının imalı bir şekilde gökyüzüne doğru açıldığı yerlerin yakınından uçma düşüncesi içimizi korkuyla dolduruyordu. Bu yetmiyormuş gibi, bazı dorukların çevresinde yer yer sisler görerek, zavallı Lake de bu sisleri görmüş ve dağların volkanik olduğu yanılgısına düşmüş olmalıydı, henüz kaçıp kurtulduğumuz sisi ve tüm bu buharlan çıkaran o korkunç uçurumu düşünerek korkuyla ürperdik.

Uçakta her şey yerli yerindeydi. Kalın uçuş kürklerimizi beceriksizce üstümüze geçirdik. Danforth zorlanmadan motoru çalıştırdı ve karabasan kentten yavaşça havalandık. Çok eski çağların dev yapıları çok kısa ama yine de sonsuzluk kadar uzun bir zaman önce onları ilk gördüğümüz zaman olduğu gibi altımızda uzanıyordu. Geçitten geçmek üzere yükselmeye ve rüzgârı test etmek için dönmeye başladık. Çok yükseklerde hava akımları oldukça şiddetli olmalıydı çünkü tam başucumuzda buz buharı bulutlar inanılmaz şekillere girip duruyordu. Geçidi aşmak için yükselmemiz gereken yedi bin beş yüz metrede uçağın oldukça kolay idare edilebildiğini gördük. Çıkıntılı doruklara yaklaştıkça, o tuhaf ıslık sesini yeniden güçlü bir şekilde duymaya başladık.

Danforth’un kontroller üzerindeki ellerinin titrediğini görüyordum. Amatör olmama karşın, o anda, uçağı doruklar arasındaki tehlikeli geçitten benim daha iyi geçirebileceğimi düşündüm ve onunla yer değiştirip görevini devralmaya kalkıştığımda Danforth hiç karşı koymadı. 

Bütün ustalığımı kullanarak kendime hakim olmaya çalıştım. Dağların tepelerinden püsküren dumanlara bakmama kararlılığıyla ve Sirenler’in şarkılarını duymasınlar diye Ulysses’in adamlarının kulaklarını tıkadığı gibi rüzgârın huzursuz eden sesini duymamak için kulaklarımın tıkalı olmasını isteyerek, bakışlarımı geçidin duvarları arasın dan görülen ötelerdeki kızılımsı gökyüzü parçasına çevirdim.

Ama pilotluğu bırakan Danforth’un sinirleri iyice bozulmuştu, yerinde duramıyordu. Danforth’un geride kalan kente, küplerin yapışmış olduğu, mağaralarla delik deşik uzak doruklara, kale duvarlarıyla dolu karlı yamaçlara, şekilden şekile giren tuhaf bulutlara bakarak kıvranıp durduğunu hissediyordum. Tam geçitten uçağı emniyetle geçirmeye çalışıyordum ki, attığı korkunç çığlık bir an için kontrolleri karıştırmama neden oldu.

Az daha ikimiz de mahvolacaktık. Kendimi hemen toparladım ve geçidi sağ salim aştık ama korkarım ki Danforth bir daha asla eskisi gibi olamayacaktı. Danforth’un son olarak neden dehşete düşerek öyle delicesine çığlık atmış olduğunu bana anlatmaya yanaşmadığını söylemiştim. Onun bugün içine düştüğü bu ruhsal bunalıma bu çığlığı attığı sırada duyduğu dehşetin yol açmış olduğundan eminim. 

Dağ silsilesinin güvenli tarafına geçip kampa doğru yavaşça inişe geçtiğimiz sırada, zaman zaman rüzgarın ıslık sesini ve motorun gürültüsünü bastırmaya çalışarak bağıra bağıra konuşmaya çalıştık. Bu konuşmalar daha çok, karabasan kenti terk etmeye hazırlanırken ettiğimiz gizlilik yeminleri üzerineydi. Bazı şeylerin herkesçe bilinip, uluorta tartışılmasına gerek olmadığında anlaştık.

Şimdi de, Starkweather – Moore Keşif gezisinin ve diğerlerinin yolunu kesmek gereği doğmasaydı dünyada anlatmazdım. İnsanlığın huzuru ve emniyeti için uyuyan anormallikler uyanmasın, hayatta kalmayı başarmış iğrenç karabasanlar sürünerek inlerinden çıkıp daha geniş alanlarda yeni yeni fetihler yapmasın diye dünyanın bazı karanlık, ölü köşelerinin, dipsiz derinliklerinin rahat bırakılması kesin bir zorunluluktu.

Danforth, kendisini dehşete düşüren şeyin sadece bir serap olduğunu söylemekle yetindi. Bu şeyin, dediğine göre, aştığımız dağlarla, o üzerlerinde küpler, yankılı mağaralar bulunan, içleri kıvır kıvır tünellerle göz göz oyulmuş ve buhar dolu delilik dağlarıyla bir ilgisi yokmuş. Eskiler’in korkup çekindikleri batıdaki o mor dağların ardında yatan şeyden başucu noktasında çalkalanıp duran bulutlara bir an için yansıyan fantastik, şeytani bir görüntüymüş. 

Büyük bir olasılıkla bu, yaşadığımız onca gerginliğin ve önceki gün Lake’in kampı yakınlarındayken gerçek olmasına karşın bizim bilmediğimiz dağın öte tarafındaki ölü kentin bulutlara yansıyan görüntüsünün zihnimizde doğmasına yol açtığı bir yanılsamadan başka bir şey değildi. Ancak Danforth için o kadar ger çekti ki, bugün bile bir türlü etkisinden kurtulamıyor.

Danforth, pek sık olmasa da ara sıra fısıltıyla “Kara oyuk”, “oyma kenar”, “proto-Shoggothlar”, “beş boyutlu penceresiz cisimler”, “adsız silindir”, “eski Faros feneri”, “Yog-Sothoth”, “ilkel beyaz pelte”, “gökten inen renk”, “kanatlar“, “karanlıkta gözler”, “Ay feneri”, “ezeli, ebedi, ölümsüz” ve daha bir yığın ipe sapa gelmez şey söylüyor. Kendine gelince de tüm bunları yadsıyor, önceki yıllarda okumuş olduğu tuhaf ve uğursuz şeylere veriyordu hepsini. 

Danforth, gerçekten de, üniversite kütüphanesinde kilit altında tutulan Necronomicon’un kurt yeniği nüshasını baştan sona okuma cesaretini gösterebilmiş birkaç kişiden biri olarak bilinir. Biz dağ silsilesini aşarken, atmosferin yukarı katmanlarındaki karmaşa ve buhar kesinlikle artmış olmalıydı ve ben başucu noktasını görememiş olsam da, kaynaşıp duran buz tozlarının nasıl tuhaf biçimlere bürünmüş olabileceğini pekâlâ tahmin edebiliyordum. 

Uzak manzaraların bazen böylesi sürekli hareket halindeki bulutlar tarafından nasıl canlı bir şekilde yansıtılıp, kırılıp, büyütüldüğünü biliyordum. Gerisini hayal gücü tamamlamış olmalıydı. Danforth, geçmişte okuduğu bazı şeyleri tesadüfen anımsayıncaya kadar elbette ki bu dehşet verici şeylerin hiçbirinden söz etmedi. Bir anlık bakışla, asla bu kadar çok şey görmüş olamazdı. Danforth’un o sıradaki haykırışları, kaynağı besbelli, çılgın bir tek sözcüğün tekrarından ibaretti: “Tekeli-li! Tekeli-li!”

Ana Sayfa * Korku Hikayeleri * Google Haberler’de takip et

BU İÇERİĞİ NE KADAR BEĞENDİNİZ?

Puanlamak için bir yıldıza tıklayın!

Ortalama değerlendirme 0 / 5. Oy sayımı: 0

Şu ana kadar oy yok! Bu gönderiye ilk oy veren siz olun.

Bu yazı sizin için yararlı olmadığı için üzgünüz!

Bu gönderiyi geliştirelim!

Bize bu yazıyı nasıl geliştirebileceğimizi söyleyin?

Keşfet

ParanormalHaber sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et

ParanormalHaber sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et