Cinlerin Savaşı
Okuyacağınız bu Cinlerin Savaşı isimli uzun korku hikayesi, ilk olarak İnci Sözlükte meşhur olmuş anonim yazar Zuzumbilesi‘ye ait. Okuyabileceğiniz en orijinal cin temalı korku hikayelerinden biri olduğunu söyleyebilirim.
Hikaye ve Yazarı Hakkında Kısa Bir Açıklama: Yüz yüze olmasa da online olarak tanışma şansı bulduğum Zuzumbilesi, hasbelkader meşhur olmuş pek çok yazardan çok daha yetenekli olmasına rağmen ve istese bu işten büyük şöhret ve paralar kazanabilecek olmasına rağmen kimliğini gizli tutmayı tercih ediyor. Hikayelerinin kaynağı ise mana/misal aleminde gördükleri… Aşağıdaki hikayeyi kendisinin şahsi izniyle yayınlıyor ve okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum. (Sinan Özgenç)
Cinlerin Savaşı, 1
Yıllar önce askerlik görevimi Kosova’da yaptım. Ekim aynın başlarında askeriyenin mutfağından sürekli eşyalar çalındığını fark ettik. Hiçbir şekilde yiyecek, içecek eksilmiyor; sadece kazanlar ve kepçeler çalınıyordu. “Ulan kim ne yapıyor bunları” diye düşünmeye başladık. Askerlik yapanlar bilir; koca kazanı, askeriyede elini kolunu sallayarak girip alıp çıkamazsın.
“Askerler çaldı desek alıp ne yapacak? Satacak halleri yok ya” diye düşündük. Sonra mutfakta nöbet tutulmasına karar verildi. İlk üç gece hiçbir şey olmadı. Dördüncü gece yani 17 Ekim gecesi, saat üç ila beş arasındaki nöbete beni yazdılar. Sabaha karşı saat üç, ortalık ayazdan kırılıyor. Kosova burası; her yer dağ taş.
Derken mutfağa girdim. Sinirle oturdum duvar yanındaki masalardan birine. Kafayı da duvara yasladım. Ha uyudum ha uyuyacağım… “Bari iyice soteye gireyim de komutan gelirse beni uyurken görmeden ben toparlanırım” dedim kendi kendime… Soğuktan da uyunmuyor bu yerde. Tencereleri, kazanları, kepçeleri sayıyorum can sıkıntısından…
Sonra, kafama ufak çakıl taşı fırlattı birisi! Etrafta kimse yok. Arkamda ve sağımda duvar var, önüm zaten mutfağın içine bakıyor. Tek giriş sol tarafım. Orada da kimse yok… Sonra ikinci bir taş geldi omzuma. “Şerefsizin birisi beni korkutmaya çalışıyor herhalde” dedim içimden. Mutfak askeriyenin içinde. Dışarıdan siviller taş atamaz.
Kimsenin de içeri sızıp bana taş atmaya yüreği yetmez.Kesin bizim koğuştakiler benimle oyun oynuyor derken, kafama bir taş daha geldi. O ara silaha sarıldım. Dışarı çıkıp kontrol edeyim dedim ama nöbet yerini de terk edemiyorum. Kafamda senaryolar kuruyorum: “Kesin ben dışarı çıkınca mutfağa girip kazanları çalacaklar” diye.
Önce içeride biri var mı diye kolaçan ettim ışıkları yakıp. Sonra; dışarı çıkmadan; nöbetteki askerlere bağırdım giriş kapısından. Askerin esas nöbet yeri bizim yukarımızda kalıyordu. O oradan her şeyi görüyor diye; bağıra bağıra sorayım dedim. Lakin nöbet yerinde uyuyakalmış. Duymuyor beni. Etrafta kimse yok, sürekli taş atıyor birileri.
Ama kim atıyor göremiyorum. Duvarın arkasına saklandım taş gelmesin diye. İçeri biri girse silahla kafasını yaracağım şerefsizlerin. Durmadan; caydırıcı ateş gibi, sürekli kapılara pencerelere taş fırlatıyorlardı… Sinirden uyarı ateşi açacağım ama Kosova’dayız: NATO birliği dibimizde. Komutan özellikle uyardı. Bir uyarı ateşi açsam günlerce onun hesabını veremem.
Yani gözüm yemedi ateş açmaya. Ama taşların ardı arkası kesilmedi. En son; bir tencere kapağını siper edip dışarı çıkayım dedim. O kadar sinirliyim ki “Bir bulsam yatırıp boğacağım şerefsizin çocuğunu!” diye içimden geçiriyorum. Taşlardan birini aldım elime. “Önce etrafı kolaçan edip, sonra nöbetçiye yaklaşıp; taş atıp, birini uyandıracağım.
O arada mutfağa koşup, hırsızları kıstıracağım.” diye plan yaptım. Önce tencere kapağını aldım. Kapak zaten bir metre eninde. Neredeyse zırh gibi; kalkmıyor yerinden.Elime de bir taş aldım; fırlatabileceğim kadar. Benim dışarı adımımı atmamla taş atmalar kesildi. “Korktu kaçtı şerefsiz” dedim içimden.
Yemekhanenin ışıklarını açık bırakıp, nöbetçinin yerine koştum. Arada 50 metre var yok. Çakılı fırlattım uyansın diye. Uyanmadı. Bağırıyorum; duymuyor. Ortalığa da sis çökmeye başladı. Saat zaten 04:30’a geliyordu. Yani 30 dk sonra nöbet devri var. “Zaten taşı atanlar da korktu kaçtı” diye düşünüp mutfağa döndüm.
Işığını açık bıraktığım yemekhanenin ışıkları kapalıydı. Önce “Nöbeti devredeceğim asker gelip, ışıkları söndürdü galiba” diye düşündüm. “Şimdi beni yerimde bulamayıp komutana bilgi verir, nöbet yerini terkten ceza alırız” diye tırsıp mutfağa koştum. Bu sefer mutfaktan sesler geliyordu. Ortalığa beş dakikada öyle yoğun bir sis çöktü ki yemekhanenin kapısını göremiyorum…
İçerden sesler geliyor. “Hah!” dedim “Şimdi kıstırdım hırsızı.” Kapının hemen ağzına geldim. 30 cm. önümü göremeyecek vaziyetteyim. “İçeri dalıp, ışıkları yakacağım. Sonra büyük ihtimal silahı görünce teslim olur” diye düşündüm. “En kötü; saldırmaya kalkarsa uyarı ateşi ederim. Sorarlarsa ’mecbur kaldım’ derim” diye düşündüm.
İçeri dalıp ışıkları yakmak için şalteri kaldırmamla, şalterlerin atması bir oldu. İçeride gürültü almış başını gidiyor. Biri tencerelerle kazanları birbirine vuruyor yemekhanede resmen! Kulak patlatacak gürültü var. Bir koğuş asker bir anda bağırsa o kadar ses çıkmaz. Bu sefer; karanlıkta, tencerelerin ordan biri taş atmaya başladı.
Yemekhaneye koşacağım diye siperlik olarak aldığım tencere kapağını da uyuklayan nöbetçinin orada bırakmıştım. İçeriden öyle bir taş geliyor ki suratıma; ileri adım atamıyorum. Hemen geri çıktım kapı ağzına. Silahı içeri doğrultum. “Vurma emrim var! Teslim olmazsan ateş açarım!” diye bağırdım. O anki adrenalin öyle lanet bir şey ki bir türlü dikkatimi toparlayamıyorum.
“Ulan! Ya NATO askerleri ibnelik yapıyorsa? Herifler Türkçe de bilmiyor. Şimdi bir tanesini vurup başımıza bela almayalım” diye düşünüyorum. Kazanların olduğu yerle kapı arasında o kadar mesafe varken, öyle bir taş atıyorlar ki silaha çarpıyor taşlar. “En azından nöbet değişimine 10 dakika kaldı. 10 dakika daha mutfakta tutarsam, iki kişi bunun ağzına tükürürüz” dedim.
Ben bağırıyorum “Teslim ol!” diye, o taş atıyor durmadan. Yemekhanede kıyamet kopuyor. 50 metre ötedeki nöbetçi uyuyor hala. “Yarın seni şikayet edecem şerefsiz! dedim. Bir ara ses kesildi. Pencereler yerden iki metre ve insan geçecek kadar geniş değil. Tek çıkış yolu benim tuttuğum kapı. “Taşı bitti herhalde” dedim. İçeri daldığım anda bir şey ile burun buruna geldim!
Daha doğrusu bir şey ile çarpışacak gibi oldum. O an silah patladı yanlışlıkla. Yüzünü göremiyordum ama öyle bir şey hayatımda görmedim! Hala anlatırken sesim ve ellerim titrer, saçmalarsam kusura bakmayın. Uzundu boyu; resmen göğüs kısmına bile gelemiyordum yanyanayken. Yüzüne bakamadım; içerisi puslu, göz gözü görmüyor.
Silah patladığı anca acayip bir ses duydum. Geri doğru kaçtı o devasa şey o ara. Tam şoktayım! İçeri; nöbeti devralacak arkadaş girdi. Şarteri kaldırması ile ışık yandı.
Işık yandığında ikinci bir kere şok oldum. Ortalık savaştan çıkmış gibi darmadağın. Duvarlarda kırmızı ve siyahlar ile yazılmış acayip şekiller ve Farsça olduğunu tahmin ettiğim yazılar…
Yerler çakıl tanesi, tencereler kullanılmaz hale gelecek gibi yamulmuş. Sanki içeride fırtına kopmuş, bir tabur asker kavga etmiş gibiydi. Az önce yanmayan ışıkların şimdi yanması ayrı bir olaydı. Silah sesini duyunca komutan hemen koştu. Sonradan söylediklerine göre benim o an şuurum kapanmış, rengi atmış. Revire almışlar beni.
Kaskatı kesilmişim saatlerce. Birlikten Hataylı bir arkadaşı çağırdık. Arapça biliyordu. Başta yazıların Arapça olduğunu sanmıştık. Arkadaş geldi ama okuyamadığını, Farsça’ya benzediğini söyleyerek, birlik dışından tanıdığı bir çevirmeni çağırdı. Bu arada kendime geldiğimde komutana olanları anlattım. Önce psikologa yolladılar.
O ara Farsça bilen çocuk gelmiş. Duvarda sadece bir kelimeyi okuyabildiğini söyledi. Diğerlerini okuyamıyormuş. Okuyabildiği tek kelime ise “Çağır” anlamına gelen bir sözcükmüş. “İsterseniz Priştine’de Türk bir hocam var. Çağırayım; o okur” dedi. Neyse; yemekhaneye dokunmadık komutanın emriyle. Birkaç gün sonra hoca geldi.