Buluşma – Edgar Allan Poe

0
(0)

Edgar Allan Poe, 19. yüzyılın en ünlü ve etkili korku yazarlarından biridir. Gotik tarzda yazdığı öyküleri, okuyucuları insan psikolojisinin en karanlık köşelerine götürür. Randevu, Poe’nun 1834 yılında yazdığı ve ilk olarak 1835 yılında Southern Literary Messenger dergisinde yayınlanan bir öyküsüdür. Hikaye, Venedik’te yaşayan zengin ve gizemli bir adamın, bir çocuğu boğulmaktan kurtardığı gece, çocuğun annesi olan güzel Marchesa Aphrodite ile buluşmasını anlatır. Ancak bu buluşma, beklenmedik bir sonla biter. Poe, hikayede Venedik’in atmosferini, tarihi ve mimarisini ustaca kullanarak, okuyucuya unutulmaz bir deneyim sunar.

***

Orada beni bekle! O yankılı vadide Mutlaka buluşacağım seninle.

(Chichester Piskoposu Henry King’in karısının ölümü üstüne yazdığı ağıt.) 

Talihsiz ve gizemli adam! – Sen ki kendi hayal gücünün parlaklığıyla afalladın, gençliğinin alevleri arasına düştün! Hayalimde seni tekrar görüyorum! Bir kez daha önümde duruyor siluetin! – Olduğun – ah olduğun gibi değil – soğuk vadide ve gölgelerin arasında değil – olman gerektiği gibi – o bulanık hayaller şehrinde, kendi Venedik’inde (o ki yıldızların sevgili cennetidir denizdeki, ve Rönesans tarzı saraylarının pencereleri aşağı, denizin sessiz sularına derin ve acı bir ifadeyle bakar) muhteşem, derin düşüncelerle bir ömrü harcarken. 

Evet! Tekrarlıyorum – olman gerektiği gibi. Bu dünyadan başka dünyalar da var şüphesiz – çoğunluğun düşüncelerinden başka düşünceler – sofistin spekülasyonlarından başka spekülasyonlar. Senin davranışlarını kim sorgulayacak peki? Kim vizyonlar içinde geçen saatlerinden dolayı suçlayacak seni, ya da aslında senin sonsuz enerjinin taşkınları olan o uğraşları kim yaşamın harcanması olarak kötüleyecek? Bahsettiğim kişiyle üçüncü ya da dördüncü kez Venedik’te, Ponte di Sospiri adlı kapalı, kemerli geçitte buluştum. O buluşmanın ayrıntılarını iyi anımsayamıyorum. 

Yine de -ah! Nasıl unutabilirim ki!- derin gece yarısını, iç Çekişler Köprüsü’nü, kadın güzelliğini ve dar kanal boyunca gidip gelen Aşk Ruhu’nu anımsıyorum. Son derece kasvetli bir geceydi. Piazza’daki büyük saat İtalyan akşamının beşinci saatini ilan ediyordu. Çan Kulesi Meydanı sessiz ve boştu. Eski Dük Sarayı’ndaki ışıklar hızla sönüyordu. Piazetta’dan Büyük Kanal yoluyla evime dönüyordum. Ama gondolüm San Marco kanalının ağzının önüne yaklaşırken iç taraflarından gelen yabanıl, isterik, uzun bir kadın çığlığı gecenin sessizliğini bozdu. 

Sesten irkilerek ayağa fırladım: Gondolcununsa tek küreği elinden kaydı ve kürek zifiri karanlıkta gözden kayboldu. Bu yüzden kendimizi büyük kanaldan küçüğe doğru giden akıntıya bırakmak zorunda kaldık. İç Çekişler Köprüsü’ne doğru yavaşça, dev ve sivri tüylü bir kondor gibi sürüklenirken, Dük Sarayı’nın pencerelerinde ve merdivenlerinde bir anda yanan bin meşale bütün o koyu karanlığı morumsu ve doğaüstü bir güne dönüştürdü. 

Annesinin kolları arasından kayan bir çocuk görkemli binanın üst kat penceresinden derin ve loş bir kanala düşmüştü. Sakin sular kurbanını usulca yutuvermişti; ve her ne kadar görünürdeki tek gondol benimki olsa da, birçok gürbüz yüzücü şimdiden suya dalmış yüzeyde boşu boşuna o hazineyi aramaktaydı. Ama heyhat! O şimdi ancak dipsizliğin içinde bulunabilirdi. 

Sarayın girişindeki siyah mermerden geniş kaldırım taşlarının üstünde, suyun birkaç basamak yukarısında, o sırada gören kimsenin asla unutamayacağı bir figür durmaktaydı. Marchesa Aphrodite’ti bu – Venedik’teki herkesin hayran olduğu – neşelinin neşelisi – herkesin güzel olduğu bir yerdeki en hoş kadın – ama yine de yaşlı ve garip Mentoni’nin karısı ve şimdi çamurlu suların derinliklerinde, onun tatlı okşamalarını acı acı düşünen ve minik yaşamını ona seslenme çabalarıyla tüketen o güzel çocuğun, ilk ve tek çocuğunun annesi. 

Tek başına duruyordu. Küçük, çıplak ve gümüş gibi beyaz ayaklan altındaki mermerin kara aynasında parlıyordu. Balo için yaptırılmış ve henüz tamamen çözülmemiş olan saçları klasik bir güzelliğe sahip başının etrafında terü-taze bir sümbülünkine benzeyen buklelerle, bir elmas sağanağının arasında kıvrım kıvrım toplanmıştı. Zarif bedenini neredeyse yalnızca kar beyazı, tülbent gibi bir elbise örtüyordu. Ama yaz ortası ve gece yarısı havası sıcak, ağır, durgundu ve o heykel gibi formun hareketleri üstünden Niobe’nin üstündeki ağır mermer gibi sarkan, o adeta buğudan elbisenin kıvrımlarını bile kıpırdatmıyordu. 

Ancak -ne tuhaf!- iri, ışıltılı gözleri aşağı, en parlak umudunun gömülü yattığı o mezara değil – çok daha farklı bir tarafa dönüktü! Eski Cumhuriyet’in hapishanesinin tüm Venedik’teki en görkemli bina olduğunu düşünürüm – ama bu bayan tek çocuğu aşağıda boğulurken ona nasıl böylesine sabit gözlerle bakabiliyordu? O karanlık, kasvetli yer yatak odasının penceresinin tam karşısında yer alıyordu – gölgelerinde – mimarisinde – sarmaşık kaplı ve muhteşem pervazlarında – Marchesa di Montini’nin daha önce bin kez görmemiş olduğu ne olabilirdi? 

Saçma! – Böyle bir zamanda gözün, çatlak bir ayna gibi, kederinin görüntülerini büyültüp onu yanı başında olduğu halde sayısız uzak yerde aradığını kim anımsamaz ki? Marchesa’nın birkaç basamak üstünde ve su kapısının kemerinin altında, tamamen giyinmiş halde, bir satiri andıran Mentoni durmaktaydı. Bazen gitarını tıngırdatıyor, arada sırada çocuğunun bulunması için talimatlar verirken ölüme karşı kayıtsız gibi görünüyordu. Ben şahsen sersemlemiş ve dehşetten donakalmış haldeydim ve çığlığı ilk duyduğumda geçtiğim dik duruşu koruyor, kımıldayamıyordum. 

Bembeyaz kesilmiş yüzüm ve kaskatı uzuvlarımla, aralarından o cenaze gondoluyla geçerken heyecan içindeki bu insanlar için hayaletsi ve meşum bir görüntü teşkil etmiş olmalıyım. Bütün çabalar boşa çıktı. Aramaya katılanların en enerjiklerinden pek çoğu çabalarını azaltıyor, kasvetli bir kedere yenik düşüyordu. Çocuk için pek az umut varmış gibi görünüyordu; (çocuğun durumu anneninkinden ne kadar çok ümitsizdi!) ama şimdi, daha önce Eski Cumhuriyet hapishanesinin bir bölümünü oluşturan ve Marchesa’nın kafesli penceresinin önündeki o karanlık yerin içinden, pelerine sarınmış biri ışığın altına çıktı, baş döndürücü yüksekliğin kenarında bir an durduktan sonra kanala daldı. 

Bir an sonraysa kollarında hâlâ yaşayan, nefes alan çocukla mermer kaldırım taşlarının üstünde, Marchesa’nın yanında duruyordu. Su çekip ağırlaşmış olan pelerini çözülüp ayaklarının dibine düşünce, hayretler içinde bakan seyirciler ortaya o zamanlar Avrupa’nın büyük kısmında meşhur olan bir delikanlının zarif figürünün çıktığını gördüler. Kurtarıcı tek kelime etmedi. Ama Marchesa! Şimdi çocuğunu alacak – bağrına basacak – minik gövdesine tutunup okşamalara boğacak. 

Heyhat! Onu yabancıdan bir başkasının kolları alıyor – onu bir başkasının kolları usulca uzaklara, saraya götürüyor! Ve Marchesa! Dudağı – güzel dudağı titriyor: Gözlerinde yaşlar birikiyor – Pliny’nin kenger otu gibi “yumuşak ve neredeyse sıvı” olan gözlerinde. Evet! O gözlerde yaşlar birikiyor – ve bakın! Kadın ruhuyla birlikte tepeden tırnağa titriyor ve heykel canlanmaya başlıyor! 

BU İÇERİĞİ NE KADAR BEĞENDİNİZ?

Puanlamak için bir yıldıza tıklayın!

Ortalama değerlendirme 0 / 5. Oy sayımı: 0

Şu ana kadar oy yok! Bu gönderiye ilk oy veren siz olun.

Bu yazı sizin için yararlı olmadığı için üzgünüz!

Bu gönderiyi geliştirelim!

Bize bu yazıyı nasıl geliştirebileceğimizi söyleyin?

Keşfet