Berenice – Edgar Allan Poe
Edgar Allan Poe, korku edebiyatının en önemli isimlerinden biridir. Yazdığı öyküler, insanın içindeki karanlık ve sapkın yönleri ortaya çıkarır. Berenice, Poe’nun 1835 yılında yazdığı ve ilk olarak Southern Literary Messenger dergisinde yayınlanan bir öyküsüdür. Hikaye, Egaeus adlı bir adamın anlatımıyla başlar. Egaeus, kendi ailesinin malikanesinde yaşayan, kitaplara ve düşüncelere dalmış, melankolik ve monomanik bir kişidir. Kuzeni Berenice ise onun tam zıttıdır: güzel, neşeli ve enerjik. Ancak Berenice, ölümcül bir hastalığa yakalanır ve hem fiziksel hem de ruhsal olarak değişime uğrar. Egaeus, onun dişlerine saplantılı bir şekilde odaklanır ve onları elde etmek için korkunç bir plan yapar. Poe, hikayede hastalık, ölüm, sapkınlık ve suç temalarını işlerken, okuyucuyu dehşete düşüren bir sonla karşılaştırır.
***
Izdırap türlü türlüdür. Yeryüzü zilleti çeşit çeşittir. Engin ufka gökkuşağı gibi uzanırken, renkleri o kemerinki kadar çeşitlidir, -onun kadar uzak, ama onun kadar da iç içedir. Engin ufka gökkuşağı gibi uzanırken! Güzellikten bir tür sevimsizlik türetmeyi nasıl başardım -barış anlaşmasından bir keder benzetmesi çıkarmayı? Ama nasıl etikte kötü iyinin bir sonucuysa, yine aynı şekilde sevinçten keder doğar. Ya geçmişte kalmış mutlulukların anısı bugünün acısıdır, ya da var olan ızdıraplar kökenlerini var olmuş olabilecek esrikliklerden alırlar.
Vaftiz adım Egaeus; aileminkini söylemeyeceğim. Yine de bu topraklarda bana atalarımdan kalan kasvetli, gri malikanelerden daha eski ve görkemli kuleler yoktur. Soyumuza önsezililer soyu denmiştir; ve pek çok dikkat çekici ayrıntıda – aile konağının yapısında – ana salonun fresklerinde – yatak odalarının goblenlerinde – silah deposundaki bazı payandaların oymalarında – ama özellikle de antika tablolarda – kütüphanenin inşa tarzında – ve son olarak da, kütüphanedeki tuhaf kitaplarda bu inancı haklı kılacak gereğinden fazla kanıt var.
İlk yıllarıma ilişkin anılarım hep o kütüphaneye ve içindeki kitaplara ilişkin. Bu kitaplardan daha fazla bahsedeceğim. Annem burada öldü. Ben burada doğdum. Ama daha önce yaşamadığımı, ruhun daha önce var olmadığını söylemek boş konuşmaktan başka bir şey olmaz. Bunu red mi ediyorsunuz? Bu meseleyi tartışmayalım. Ben ikna olduğumdan, ikna etmek gibi bir arzum yok. Ancak semavi formları anımsıyorum – ruhani ve anlamlı gözleri – ahenkli, ama hüzünlü sesleri. Gözardı edilemeyecek bir anımsama bu; gölgeyi andıran bir nı, bulanık, değişken, belirsiz, sabitlikten uzak; ve aklımın güneşi var oldukça ondan kurtulmamın mümkün olmayışıyla da bir gölgeyi andırıyor.
O odada doğdum. Böylece yokluk gibi görünen, ama yokluk olmayan o uzun geceden uyanıp kendimi bir anda bir periler ülkesinde – bir imgelem sarayında – keşişçe düşüncelerin ve alimliğin vahşi topraklarında bulduğumda – etrafıma şaşkın ve hevesli gözlerle bakmam – çocukluğumu kitaplarla geçirmem, gençliğimi hayallerle çarçur etmem tuhaf değil; ama yıllar geçtikçe ve erkekliğin öğle vakti beni atalarımın konağında durağan halde bulduğunda yaşamımın pınarlarına çöken durgunluk tuhaftır -şaşırtıcıdır-, en sıradan düşüncemin bile tamamen tersine dönüvermesi şaşırtıcıdır.
Dünyanın gerçekleri bana hayaller, sadece hayaller gibi geliyordu. Düşler ülkesinin çılgınca fikirleriyse gündelik varoluşumun malzemesine değil, tamamen ve yalnızca o varoluşun kendisine dönüşmüştü. Berenice’le ben kuzendik ve atalarımın malikanesinde birlikte büyüdük. Ama yetişme tarzımız farklıydı – ben sağlıksız, kederliydim – o çevik, zarif ve enerji doluydu; o tepelerde gezinirdi – ben revaklı avluda kitaplarıma gömülürdüm – ben kendi kalbimin içinde yaşardım ve bedensel – ruhsal açıdan en yoğun, acı verici, derin düşüncelerin bağımlısıydım – o yaşamda yolundaki gölgeleri ya da kuzgun kanatlı saatlerin sessiz uçuşunu hiç düşünmeden gezinirdi.
Berenice! – Adını çağırıyorum – Berenice! Ve hafızamın kasvetli harabelerindeki binbir fırtınalı anı bu ses karşısında irkiliyor! Ah! Görüntüsü önümde capcanlı duruyor, tıpkı gamsızlığının ve neşeliliğinin ilk günlerindeki gibi! Ah! Parıltılı, akıl almaz güzellik! Ah! Arnheim’ın çalılıkları arasındaki hava perisi! – Ah! Onun pınarlarındaki ırmak perisi! – Ve sonra – sonra her şey gizeme ve dehşete dönüşüyor, ve de anlatılmaması gereken bir öyküye. Hastalık – ölümcül bir hastalık- bedeni üstüne samyeli gibi çöktü ve değişim ruhu gözlerimin önünde onu pençesine aldı, zihnine, alışkanlıklarına nüfuz etti, son derece girift ve korkunç bir şekilde, bedeninin şeklini bile çarpıttı!
Ne yazık! Yok edici gelip gitti. Ya kurban – neredeydi? Onu tanımıyordum – ya da en azından Berenice olarak tanımıyordum. O ölümcül ve şiddetli hastalığın getirdiği – kuzenimin ahlaki ve fiziksel varlığını öylesine korkunç ve temel bir şekilde değiştiren yan hastalıkların en rahatsız edici ve inatçı olanı sık sık bir transla son bulan bir tür saraydı – tam çözünmeyi çok andıran ve çoğunlukla iyileşme biçimi ürkütücü şekilde ani olan bir transla. Bu arada benim kendi hastalığım -çünkü ona başka bir ad vermemem gerektiği söylendi- benim hastalığım hızla kötüleşti ve sonunda oldukça yeni ve sıradışı, monomanik bir niteliğe büründü. – Her an, her dakika şiddetleniyordu – ve sonunda üstümde anlaşılmaz bir hakimiyet kurdu.
Bu monomani, eğer onu böyle adlandırmam gerekirse, zihnin metafizik biliminde ilgili diye adlandırılan niteliklerinin tuhaf bir huzursuzluğundan ibaretti. Anlaşılmıyor olmam büyük bir olasılık; ama korkarım ki genel okurun zihninde benim durumumda düşünce güçlerimi (teknik açıdan konuşmuyorum) evrendeki en sıradan nesneler üzerine bile kendilerini yorup gömüldükleri odaklanmaya teşvik eden o sinirli ilgi yoğunluğu hakkında yeterli bir fikir oluşturmam olanaksız.
Sayfa kenarındaki önemsiz bir desen ya da bir kitabın tipografisi üstünde saatlerce, yorulmadan yoğunlaşmak; bir yaz gününün çoğunu goblenin ya da kapının üstüne yan düşen tuhaf bir gölgeye odaklanarak geçirmek; bütün gece bir lambanın düzgün alevini ya da bir ateşin korlarını seyretmek; günlerin tamamını bir çiçeğin tatlı kokusu üstüne hülyalara dalarak geçirmek; sıradan bir sözcüğü, o ses nihayet sürekli yinelenme sonucunda zihne hiçbir anlam ifade etmez hale gelene dek tekrarlamak; bedeni uzun süre ve ısrarla hareketsiz bırakarak her türlü hareket ve fiziksel varoluş duyumunu kaybetmek; -zihinsel yetilerimin durumunun yol açtığı en sık rastlanan ve en az tehlikeli garip davranışlardan birkaçı bunlardı işte.
Benzeri görülmemiş olmasa da analiz ya da açıklama gibi şeylere meydan okuyorlardı. Yine de yanlış anlaşılmamalıyım. -Doğası gereği önemsiz nesnelerin uyandırdığı bu aşırı, yoğun ve hastalıklı dikkat, insanlarda, özellikle de çok faal bir hayal gücüne sahip olanlarda – çok sık rastlanan o derin düşüncelere dalma haliyle karıştırılmamalı.