Ay Sonunda – Ömer Seyfettin Hikayesi
Ömer Seyfettin, Türk edebiyatının önemli yazarlarından biridir. Özellikle milli ve realist hikayeleriyle tanınır. Ay Sonunda ise, yazarın daha kişisel ve samimi bir yönünü gösteren bir hikayedir. Bu hikayede, Ömer Seyfettin, yoksulluk ve maddi sıkıntılarla boğuştuğu bir dönemde yazdığı günlük notlarını paylaşır. Hayatın zorluklarına karşı verdiği mücadeleyi ve hayal kırıklıklarını anlatır. Hikaye, yazarın iç dünyasına ve duygularına ışık tutar.
***
Bir mekteplinin defter-i hatıratından kopya edilmiştir.
Acaba ne için bunları düşünüyorum, bu akşam bana bu siyah, bu acı hatıraları tekrar ettiren şey nedir?.. İşte odamdayım. Biraz başım ağrıyor, daha doğrusu biraz çokça içtim. Bir his, anlaşılmaz bir sebep bana daima mazimi düşündürüyor. “Oh yalnızlık, yalnızlık…” diyorum. Her zaman çıldırasıya sevdiğim bu hayatın bütün acılıkları, bütün boşlukları gözlerimin önüne geliyor:
Ah ailem; kim bilir onlar şimdi ne kadar bahtiyardırlar. İhtimal ki henüz yemek yemişlerdir. Babam bir köşede yorgun bir tavırla gazetesini okuyor, annem, ah sevgili anneciğim elinde bir şey dikmekle meşgul, kardeşlerim henüz yemek trapezinden ayrılmamışlar, haddinden fazla yiyenlere mahsus bir tavr-ı batî ile gevezelik, gürültü ediyorlar. Elmas –kedimizin ismi– boş bir sandalye üzerinde belini yükselterek geriniyor, onlara bakıyor. Ne saadet, ne saadet…
İşte ben burada biranın verdiği hafif baş ağrısıyla dertlerimi yazmağa çalışırken onlar orada mesut, müsterih bir hayat geçiriyorlar… Ya ben?.. Ah bu hayat, bu benim hayatım, bu sefil, bu yırtık, bu elemli hayat… İşte geçen seneler… İstanbul cihetinde sükûnetler, zulmetler içinde unutulmuş bir gûşe-i meyus. Orada geçen koca bir sene, sonra bu Beyoğlu hayatı. Buradaki odam, yirmi iki yaşımın olanca ihtirasatıyla müteheyyiç kalbim…
Sevmek, ah sevebilse idim, birisini, yalnız birisini sevebilseydim; belki mesut olur, belki hep dertlerimi unuturdum, heyhat!.. İşte Artemisya, işte Melpomeni, hatta işte Lusi, işte Olimpiya… Hepsi, hepsi unutuldu, hepsi hayal, hepsi birer hikâye oldu. Kim bilir belki şimdi Artemisya arkadaşları ile o büyük evin içinde soluk soluğa koşuşurken Melpomeni, o zavallı, fakir, o sükûnetlere, matemlere melce olan evinde, yeni evinde bir fistan dikiyor.
İşte Lusi’nin piyanosu dalga dalga bir polka nagamatıyla kulaklarımı dolduruyor. İşte Olimpiya sokağın ortasında kahkahalarla gülüyor. Ve ben yazıyorum, hiç onlara ehemmiyet vermeyerek. Bilmiyor, işitmiyor gibi görünerek, fakat ağlayarak, sessiz sedasız, içimden, ruhumdan ağlayarak bunları, bu öldürücü hisleri yazıyorum. Üzerimde –üçüncü kat apartmanda– bir yığın genç çocuk sesleri gürüldüyor, hiç şüphe yok ki oynuyorlar, gülüşüyorlar…
Ah yalnız ben, yalnız ben mi meyusum?.. Odamda her şey bana meyus görünüyor. İşte kitaplarım, işte defter-i hatıratım, işte gazetelerim, hep matem-zede birer zavallı kimsesizliğiyle düşünüyorlar… İşte tiyatro dürbünüm bu akşam da istimal olunamamak bedbahtîsiyle pürgirye! Bir yere gidemiyorum, ne tiyatroya, ne bir kahveye, ne hiçbir yere… Çünkü param yok… Âh bu hastalık, bu miskinlik! Yollar çamurlu, pis…
Lâstik alınmak ister, potinlerim muhtac-ı tamir bir hâlde, saçlarım haddinden fazla uzamış, yakalarımı henüz çamaşırcı getirmemiş, çoraplarım eskimiş… Hep paraya taalluk eden daha [4] binlerce ihtiyaç var… Hâlbuki bende ancak kırk para, evet kırk para mevcut ve daha aybaşına kadar üç gün, üç günlük hayat lâzım!.. Bu akşam kimseyi görmedim, kimseyle görüşmedim, sevgili Ayda’mı ihmal ettim, verdiğim söze ehemmiyet vermedim, erkenden buraya, odama geldim, bunları düşünüyor, bunları yazıyorum. Ne için, acaba ne için?..
Çünkü param yok… Ve anlıyorum ki beni meyus eden, hasta eden, öldüren hep budur. Niçin ben zengin olamıyorum, ben de lâstik tekerlekli arabalarla bütün Beyoğlu halkının nazar-ı gıptası önünde Grand Rue’yu geçemiyor, niçin her gece Tokatlıyan’da, Yani’de, o lâtif, müzeyyen masaların başında, o iştihaâver yemeklere, o nefis şaraplara daima bî-gâne kalıyorum? Ah benim ne kabahatim var?..
İşte hiç saçsız bir kafa, işte şişman karnıyla fıçıya benzeyen bir herif, daima şeker piyasasından bahseden, daima pamuğun kaça çıktığını hesaplayan iki zavallı dimağ, işte hiç çalışmadan, hiç terlemeden, hiçbir zavallılık görmeden, hiçbir saat ertesi gün nasıl yaşayacağını düşünmeden milyonlara nail olmuş bir genç, bir mirasyedi… Acaba bunların benden fazla neleri var?.. Ah para, yine para, hep para…
Fakat ey kıymettar maden, niçin benden bu kadar korkuyor, uzaklaşıyorsun, emin ol ki seni tevdi edeceğim eller; pek nermin, pek rakîk eller olacaktır. Heyhat işte tekrar ceplerimi karıştırıyorum, bir köşecikte kalmış bir onluk daha zuhur edivermek ihtimali beni müteessir ediyor… Ne gezer, hepsi dört, dört tane onluk, onların da birisi silik… Oh zavallı paralar. Zavallı heyet-i mecmû-ı servetim!..
(Aslına mutabıktır)