Aldatma – Edgar Allan Poe
Edgar Allan Poe, sadece korku ve gizem öyküleriyle değil, aynı zamanda mizah ve hiciv öyküleriyle de tanınan bir yazardır. Aldatma, Poe’nun 1844 yılında yazdığı ve ilk olarak 1845 yılında Broadway Journal dergisinde yayınlanan bir öyküsüdür. Hikaye, Baron Ritzner Von Jung adlı bir Macar asilzadesinin, aldatma bilimindeki ustalığını ve tuhaf zekasını sergilediği bir dizi macerayı anlatır. Öykünün sonunda, Baron’un arkadaşı olan anlatıcı, onunla birlikte bir düello meselesine dahil olur. Ancak Baron, düello kurallarını kendi lehine çevirmek için sahte ve saçma bir kitap kullanır. Poe, hikayede düello geleneğini ve ona bağlı olan kişileri eleştirmek için alaycı ve keskin bir dil kullanır.
***
“Slid, eğer “passado”ların ve “montante”lerin bunlarsa, istemiyorum, eksik olsunlar.” (Ned Knowles)
Baron Ritzner Von Jung soylu bir Macar ailesinden gelmeydi ve bu ailenin her üyesinin (en azından belirli kayıtların uzandığı kadar eski bir çağa dek) az çok yetenekli olduğu bir saha vardı. Ailenin çocuklarından biri olan Tieck ço ğu tuhaf olan bu yeteneklerin en parlak olmasa bile çarpıcı örneklerinden bi rine sahipti. Ritzner’le olan tanışıklığım kamuya anlatamayacağım bir dizi tuhaf maceranın beni 18- yazında o muhteşem Chateau Jung’a sürüklemesiyle başladı.
Burada bana saygı duymaya başladı ve yine burada biraz daha güç de olsa onun kafa yapısını kısmen tanıdım. Günler geçtikçe ve birbirimize yakınlaştıkça hakkındaki bilgim derinleşti; ve üç yıllık bir ayrılıktan sonra G —–n’de buluştuğumuzda artık Baron Ritzner Von Jung’un karakterine ilişkin bilinmesi gereken her şeyi biliyordum. Yirmi beş Haziran gecesi gelişinin üniversite çevrelerinde uyandırdığı merakın heyecanını anımsıyorum.
Herkesin daha ilk görüşte onun hakkında “dünyanın en kayda değer insanı” olduğunu söylemesine karşın kimsenin bu konuda ayrıntılara girmediğini daha da iyi anımsıyorum. Eşsiz olduğu öyle bariz bir gerçek gibi görünüyordu ki, bu eşsizliğin nereden kaynaklandığını sorgulamak saygısızlık gibi geliyordu. Ama şimdilik bu konuyu kapatıyor ve üniversite sınırlarından içeri adımını atmasından itibaren çevresini saran topluluktakilerin alışkanlıkları, tavırları, kişilikleri, cüzdanlan ve eğilimleri üstünde son derece yoğun ve despotça, ama bir yandan da son derece belirsiz ve tamamen açıklanamaz bir etki uyandırdığını söylemekle yetiniyorum.
Böylece üniversitede kaldığı kısa süre, üniversitenin tarihine, o dönemi ya da bağlılıklarını yaşayan insanların tanımıyla “Baron Ritzner Von Jung’un egemenliğindeki o tuhaf dönem” olarak geçmiştir. G — n’e geldikten sonra beni dairemde buldu. O zamanlar belirgin bir yaşı yoktu; -yani demek istediğim, verdiği kişisel bilgilerden yaşı konusunda bir tahminde bulunmak olanaksızdı. On altı ya da altmış yaşında olabilirdi. Aslın da yirmi ikinci yaşından yedi ay almıştı.
Kesinlikle yakışıklı bir erkek değildi -belki tam tersiydi. Yüzü köşeli ve sertti. Alnı geniş ve çok açık tenliydi. Burnu kısaydı, ucu kalkıktı. Gözleri iri, hüzünlü, berrak ve anlamsızdı. Ağzında gözlemlenecek daha çok şey vardı. Dudakları hafifçe öne çıkıktı ve biri öyle bir tarzda diğerinin üstünde duruyordu ki, en karmaşık insan yüz hatları kombinasyonuyla bile böylesine yoğun bir ağırbaşlılık, vakar ve sükun duygusunu hayal etmek olanaksızdı.
Şimdiye kadar anlattıklarımdan Baron’un aldatma bilimini hayatlarının amacı haline getirmiş o eşine ender rastlanır anormal insanlardan biri olduğu anlaşılmıştır şüphesiz. Tuhaf zihni ona bu bilim için gerekli olan ipuçlarını içgüdüsel olarak verirken, fiziksel görüntüsü ona projelerini hayata geçirmek için gerekli sıradışı nitelikleri sağlıyordu. Son derece tuhaf bir şekilde Baron Ritzner Von Jung’ın egemenliği olarak adlandırılan o ünlü dönem içinde G —-n’deki hiçbir öğrencinin onun kişiliğini gölgeleyen gizemin içine girebildiğini sanmıyorum.
Üniversitede, benim dışımda kimsenin onun sözlü ya da pratik bir şaka yapabileceğine inandığını sanmıyorum: – Bahçe kapısındaki yaşlı buldoğu, – Heraclitus’un hayaletini – ya da Emekli Teoloji Profesörü’nün peruğunu suçlamayı yeğlerlerdi. Düşünülebilecek en korkunç ve bağışlanmaz oyunların, tuhaflıkların ve soytarılıkların hep, doğrudan kendisi tarafından değilse bile, en azından açıkça onun aracılığıyla ya da suç ortaklığıyla yapıldığının apaçık olmasına karşın durum böyleydi.
Aldatma sanatının, eğer ona bu ismi verebilirsem, güzelliği gerçekleştirmekle meşgul olduğu tuhaflıkları kısmen garazdan, kısmen de onları engellemek ve Alma Mater’in düzenini ve itibarını korumak için sarf ettiği övgüye değer çabalarla yapıyormuş gibi görünmesini her zaman sağlayan mükemmel bir yetenekten kaynaklanıyordu (ki bu da insan doğasını neredeyse sezgisel olarak tanımasının ve kendi üstündeki olağanüstü bir hakimiyetin sonucuydu).
Takdire değer çabalarının sonucunda yüzünün her hattına yayılan o derin, keskin, sarsıcı mahcubiyet ifadesi en kuşkucu arkadaşlarının bile onun samimiyetine ilişkin tüm şüphelerini ortadan kaldırıyordu. Tuhaflık hissini yaratıcıdan yaratana – kendi şahsından yol açtığı absürdlüklere- geçirmekteki ustalığı da aynı ölçüde görülmeye değerdi. Daha önce hiçbir hilecinin çevirdiği dolapların doğal sonuçlarından kurtulduğunu görmemiştim yani kendi karakterinin ve şahsının komik bir havaya bürünmesinden.
Sürekli kaprisli bir havada olan dostum sanki yalnızca toplumun katılıkları için yaşıyordu; ve kendi evindekiler bile Baron Ritzner Von Jung’ı sadece katı, yüce ve saygın biri olarak anımsarlar. G — n’de kaldığı süre içinde dolce far niente şeytanının üniversitenin üs tüne bir karabasan gibi çöktüğü belli olmuştu. En azından yiyip içmek ve eğ lenmek dışında hiçbir şey yapılmıyordu.
Öğrencilerin daireleri meyhanelere dönüşmüştü ve bunların en meşhur ve işlek olanı Baron’unkiydi. Buradaki iç ki alemlerimiz çok sayıda, gürültülü, uzun ve mutlaka olaylıydı. Bir keresinde neredeyse tan vaktine dek oturmuştuk ve her zamankinden fazla şarap içilmişti. Dairede Baronla benden başka yedi sekiz kişi daha vardı. Bunların çoğu zengin, yüksek mevkilerdekilerle bağlantıları olan, soylu ailelerden gelme ve aşırı gururlu gençlerdi.
Düello konusunda en aşırı Alman fikirlerini benimsemişlerdi. Bu Don Kişot-vari fikirler o vakitler Paris’de yayımlanan bir takım kitaplar ve G —- n’de yapılan üç dört çılgınca ve ölümcül düelloyla yeni bir canlılık kazanmıştı. Ve böylece gecenin çoğunda o zamanların en çok bahsedilen konusu konuşulmuştu.
Akşamın erken saatlerinde alışılmadık biçimde sessiz ve dalgın olan Baron en sonunda kayıtsızlığından sıyrılır gibi göründü ve konuşmanın dizginlerini eline alıp sert sözler teatisindeki yerleşik adap kurallarının faydalarından, özellikle de güzelliklerinden, dinleyicilerinde son derece sıcak bir yakınlık duygusu uyandıran ve onun ileri sürdüğü savlarla aslında dalga geçen ve özellikle de düellodaki adap kurallarının tamamına karşı, hak ettikleri mutlak küçümsemeyi sergileyen biri olduğunu bilmeme karşın beni bile sarsan bir coşku, zerafet ve etkileyicilikle bahsetti.
Baron’un konuşmasındaki bir duraksama esnasında etrafıma bakınırken (Coleridge’in ateşli, melodili, monoton, ama müziksel, vaiz tarzını andırdığını söylersem okurlarım bu konuşma hakkında bir fikir sahibi olabilir) odadakilerden birinin yüzünde genelinkinden daha yoğun bir ilginin belirtilerini fark ettim. Hermann olarak adlandıracağım bu bay her açıdan orijinal biriydi. Belki çok büyük bir aptal olması dışında. Ancak üniversitenin belli bir çevresin de derin bir metafizik düşünür ve sanırım, mantıksal yeteneğe sahip biri olarak tanınıyordu.
Bir düellocu olarak büyük ün yapmıştı, G —–n’de bile. Öldürdüğü kurbanların sayısını unuttum; ama epey fazlaydı. Yürekli bir adamdı şüphesiz. Ama özellikle düello adabını ayrıntılarıyla bilmekle ve şeref konusundaki hassasiyetiyle övünürdü. Bunlar, uğrunda ölümü göze aldığı birer hobiydi. Tuhaflıkları, hep acayipliklerin peşinde olan Ritzner’in aldatmacaları için uzun süredir materyal teşkil etmekteydi. Ancak ben bunun farkında değildim. Yine de bu olayda, arkadaşımın davranışlarındaki tuhaflığı ve bunun hedefinin Hermann olduğunu açıkça görüyordum.
Ritzner konuşmasına, daha doğrusu monologuna devam ederken diğerinin heyecanının giderek arttığını fark ettim. En sonunda konuştu. R.’nin ısrar ettiği bir konuya karşı çıktı ve sebeplerini ayrıntılarıyla belirtti. Baron buna (hâlâ o abartılı duygusallığını koruyarak) uzun bir karşılık verdi ve yanıtını oldukça zevksizce olduğunu düşündüğüm bir alay ve küçümseyici dudak büküşüyle bitirdi.
Hermann hemen zokayı yuttu. Bunu verdiği hesaplı, karmakarışık, saçma cevaptan anlayabiliyordum. Son sözlerini net olarak anımsıyorum, “Baron Von Jung, fikirlerinizin, temelde doğru olsalar da, pek çok ince noktada kendiniz ve üyesi olduğunuz üniversite için utanç verici olduğunu söylememe izin verin.