H. P. Lovecraft, Adlandırılamayan, 4
Böylesi kemikleri ortada bırakmak büyük bir günah olurdu. Bu yüzden yanımda bir torbayla yeniden eve gittim ve kemikleri toplayıp evin arkasındaki mezara götürdüm. Mezarın üzerinde, onları dökebileceğim bir delik vardı. Aptallık ettiğimi sanma; o kafatasını görmeliydin. On santim uzunluğunda boynuzları vardı ama yüzü ve çenesi tıpkı seninki ve benimki gibiydi.” Sonunda, iyice yanıma sokulan Manton’ın bedeninden ürpermeler geçtiğini hissedebiliyordum. Ama, merakını yenemiyordu. “Peki, pencere camlarından ne haber?”
“Hepsi yok olmuştu. Pencerelerden birindeki cam çerçevesiyle birlikte yok olurken, diğerlerinde, en küçük baklava dilimi delikte bile cam namına bir şey kalmamıştı. 1700’den önce kullanımdan kalkan kafesli eski pencerelerdendi. Bu pencerelerde yüz yıldır, belki de daha uzun bir süredir cam olduğunu sanmıyorum. O kadar ileri gittiyse camları belki de delikanlı kırmıştır. Ancak söylence bu konuda bir şey söylemiyor.” Manton, yeniden düşünceye daldı.
“Bu evi görmek isterdim Carter. Nerede bu ev? Camlı ya da camsız, onu biraz incelemeliyim. Sonra, şu senin kemikleri doldurduğun mezarı ve taşında yazı olmayan diğer mezarı da. Her şey oldukça korkunç olmalı.” “Onu gördün bile! Hava kararıncaya kadar.” Arkadaşım beklemediğim kadar gergindi. Bu zararsız oyuna sinirlenerek benden uzaklaşmaya ve aynı anda da daha önce baskı altında tuttuğu sinirlerinin boşalmasıyla avaz avaz bağırmaya başladı. Tuhaf bir çığlıktı bu. Daha korkuncu ise bu çığlığa cevap verilmiş olmasıydı. Arkadaşımın çığlıkları hâlâ yankılanırken zifiri karanlığın içinden bir gıcırtı duydum ve arkamızdaki lanetli eski evin kafesli pencerelerinden birinin açılmakta olduğunu anladım. Diğer pencerelerdeki çerçeveler çoktan düşmüş olduğuna göre bu, o şeytani tavan arası odasının tüyler ürpertici, camsız penceresi olmalıydı.
Sonra, korkulan taraftan iğrenç, pis kokulu buz gibi bir hava esti. Ardından da yanı başımdaki yıkık mezardan -insan ve canavar mezarından- iç paralayıcı bir çığlık yükseldi. Hemen ardından, niteliği anlaşılamayan, devasa boyutlardaki görünmez bir varlığın indirdiği müthiş bir darbeyle oturduğum iğrenç yerden tepetaklak yuvarlandım. Ben mezarlığın kök tutmuş iğrenç toprağında boylu boyunca uzanmış yatarken, mezardan öyle boğuk gümbürtüler ve vızıltılar geliyordu ki düş gücüm karanlığı Milton’un şekilsiz, lanetli ordularıyla doldurdu. Buz gibi kavurucu soğuk rüzgâr burgaçlar oluşturuyor, gevşeyen tuğlalardan ve duvarın sıvasından takırtılar geliyordu. Ama bereket versin, bunun ne anlama geldiğini öğrenemeden bayıldım.
Benden daha ufak tefek olmakla birlikte benden daha sağlam bir bünyesi olan Manton, daha fazla yara almış olmasına karşın benimle aynı anda açtı gözlerini. Yataklarımız yan yanaydı. Daha birkaç saniye geçmeden St. Mary’s Hospital’da olduğumuzu anlamıştık. Görevliler merakla başımıza toplanmış, buraya nasıl getirildiğimizi anlatarak belleğimizi toparlamamıza yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Kısa bir süre içinde, Meadow Hill’in ötesinde, eski mezarlıktan bir mil uzakta, eskiden bir mezbahanın bulunduğu varsayılan ıssız bir tarlada öğle vakti bir çiftçi tarafından bulunmuş olduğumuzu öğrendik.
Manton’un göğsünde iki berbat yarası ve sırtında daha az önemli bazı kesikler ve oyuklar vardı. Ben o kadar ciddi yaralanmamıştım ama gövdem çok şaşırtıcı türden kamçı izleri ve çürüklerle kaplıydı. Bu izlerin arasında bir çift toynağın bırakmış olduğu izler de vardı. Manton’ın benden daha çok şey bildiği açıktı ama yaralarımızın niteliğini öğreninceye kadar, şaşkınlık içindeki hekimlere hiçbir şey anlatmadı. Sonra, öfkeli bir boğanın hücumuna uğramış olduğumuzu söyledi. Gerçi, böyle bir hayvan bu izleri açıklamaya yetmezdi ya… Doktorlarla hemşirelerin odadan çıkmasından sonra, huşu içinde fısıltıyla seslendim: “Aman yarabbi, Manton, neydi o öyle?” Zaten beklediğim yanıtı fısıltıyla verdiğinde, övünç duyamayacak kadar şaşkınlık içindeydim. “Yoo; hiç de öyle değildi. O her yerdeydi… Jel gibi balçık gibi bir şeydi ama yine de bir şekli vardı. Belleğimde yer eden bütün şekillerin ötesinde, dehşetin binlerce şekline sahipti. Gözler vardı. Sokur bir göz. Bir kuyuydu. Bir burgaçtı. İğrençliğin son merhalesiydi. Carter, o adlandırılamayandı!”