H. P. Lovecraft, Adlandırılamayan, 2
Alacakaranlığın çökmesi yakındı ama ikimiz de konuşmaya son vermek için bir istek duymuyorduk. Manton, ileri sürdüğüm savlardan etkilenmişe benzemiyor ve kuşkusuz onu başarılı bir öğretmen yapan, kendi fikirlerinin doğruluğuna duyduğu güven ve gayretle savlarımı çürütmeye çalışıyordu. Bense, yenilgiden korkmayacak kadar kendimden emindim. Karanlık çöktü. Uzaklardaki pencerelerin bazıları zayıf ışıklarla aydınlandı ama biz yerimizden kıpırdamadık.
Mezarın üzerindeki oturma yerimiz çok rahattı ve sıkıcı arkadaşımın hemen arkamızdaki eski, harap olmuş tuğla duvardaki mağara gibi derin gediğe ya da bulunduğumuz yerin, en yakınımızdaki ışıklı yolla aramıza giren 17. yüzyıldan kalma, terk edilmiş, yıkıldı yıkılacak ev yüzünden zifiri karanlığa boğulmasına aldırış etmeyeceğini biliyordum. Karanlıkta orada, terk edilmiş evin yakınındaki yarık yarık açılmış bu mezarın üzerinde oturup “anlatılmaz” üzerine konuştuk ve arkadaşım alaylarına son verdikten sonra, ona, en çok alay ettiği öykünün gerisindeki korkunç olayları anlattım.
Öykümün adı Tavan Arası Penceresi idi ve ‘Whispers’ın 1922 Ocak sayısında yayımlandı. Birçok yerde, özellikle de Güney’de ve Pasifik sahillerinde zayıf ve korkak ruhlu bazı aptalların şikayeti üzerine dergiyi topladılar. Ama New England hiç heyecana kapılmadı ve aşırılıklarıma omuz silkip geçti. Böylesi bir şeyin her şeyden önce biyolojik açıdan imkansız olduğu, kırsal alanda fısıltılarla anlatılan ve Cotton Mather’in, anlaşılması güç Magnolia Christi Americana’sına almak aptallığını gösterdiği, pek de gerçeğe benzemediği için dehşet verici olayın geçtiği yerin adını onun bile vermeye cüret edemediği, o zırva masallardan biri olduğu ileri sürüldü.
Eski gizemin basit ayrıntılarını abartmış olduğum konusuna gelince; olacak şey değil bu. İkinci sınıf, budala ve hayalci yazarlara has bir üslupla yazdım her şeyi. Mather, aslında o şeyin doğmuş olduğunu anlatmıştı. Ama onun büyüyeceğini, geceleri insanların pencerelerinden bakacağını ve yüzyıllar sonra birisi onu pencerede görüp de saçlarını neyin ağarttığını anlatamaz duruma düşünceye kadar bir evin tavan arasında cismen ve ruhen saklanacağına değersiz bir duyumcudan başka kim inanırdı ki? Bütün bunlar hoş kokulu çerçöpten başka bir şey değildi ve arkadaşım Manton bu gerçek üzerinde ısrarla durmayacak kadar alık değildi.
O zaman, oturduğumuz yerden bir mil kadar ötedeki bir ailenin belgeleri arasında bulunan ve 1706 – 1723 yılları arasında tutulmuş eski bir günlükte bulduğum şeyden, atalarımın göğüs ve sırtlarındaki -günlükte tarif edilen- yaralarla ilgili bazı hakikatlerden bahsettim ona. Ayrıca, bölgede yaşayan başka insanların korkularını, kuşaktan kuşağa bu korkularını nasıl fısıltılarla aktardıklarını ve 1793’te terk edilmiş bir eve, orada bulunmasından şüphelenilen izleri bulmak için giren bir gencin nasıl delirdiğini anlattım. Büyülü bir şey olmalıydı. Massachusetts’da, Püriten çağda duyarlı araştırmacıların korkuyla titremelerine şaşmamalı.
Yüzeyin altında olup bitenler hakkında çok az şey biliniyor. Çok az şey; yine de, bir anlığına da olsa, zaman zaman iğrenç, kokuşmuş bir iltihap yüzeye çıkmıyor değil. Büyücülük dehşeti, insanların baskı altındaki beyinlerinde sürekli olarak endişe yaratan şeyler üzerine düşürülmüş korkunç bir ışık demetiydi ama bu bile pek önemli sayılmazdı. Güzellik diye bir şey yoktu. Özgürlük de yoktu. Bunu mimariye, evlerden arta kalanlara ve serbestçe konuşamayan ilahiyatçıların zehirli vaazlarına bakarak çıkarabiliyoruz. Bu paslı demirden deli gömleğinin içinde, anlaşılmaz şekilde çabuk çabuk konuşan iğrençlik, sapıklık ve şeytana tapınma pusudaydı. Adlandırılamayanın ilahlaştırılması gerçekte işte burada yatıyordu.
Cotton Mather, karanlık bastırdıktan sonra hiç kimsenin okumaması gereken o şeytani altıncı kitabında, sözünü hiç sakınmadan lanet yağdırmıştı. Mather, kehanet sahibi bir Yahudi’nin hoşgörüsüzlüğüyle, o günden bu yana hiç olmadığı kadar özlü sözlerle ve hiçbir şaşkınlığa düşmeden, yaratılmış olan, hayvandan öte ama bir insan da olmayan, sokur gözlü bir yaratığı ve böyle bir gözü olduğu için astıkları, çığlıklar atan zavallı sarhoşu anlattı. O, cesaretle bu kadarını anlattı ama ondan sonra olup bitenler hakkında hiçbir imada bulunmadı.
Ya bilmiyordu ya da biliyordu ama anlatmaya cesaret edemiyordu. Daha başkaları biliyor ama anlatma cesaretini gösteremiyorlardı. Her ne kadar, en cesur insanların bile kanını donduracak kaçamaklı söylentilerin izi sürülebilirse de, herkesin uzak durduğu bir mezarın yanına arduvazdan yazısız bir mezar taşı koymuş olan, ruhen çökmüş, kalbi kırık, çocuksuz yaşlı bir adamın evindeki tavan arasına çıkan merdivenlerin kapısına vurulmuş kilitten neden alçak sesle söz ettikleri konusunda açık bir işaret bulunmamaktadır.